2 Nisan 2010 Cuma

YAHUDİLİK VE SİYONİZM HAKKINDA ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA



Kitabın ilerleyen bölümlerinde bazı Yahudilerin, batıl birtakım geleneklerin veya radikal, ateist Siyonist ideolojinin etkisi altında kalarak, gerçekleştirdikleri faaliyetlere ve geleceğe dair çeşitli planlarına yer verilmektedir. Bu batıl görüşlerden etkilenen kişiler zaman zaman İsrail derin devleti içine de sızmakta, hatta kimi zaman İsrail'in iç ve dış politikasında yönlendirici rol üstlenebilmektedirler. Ancak bu kitapta bulunan bilgiler nedeniyle çeşitli yanlış anlamalar olmasını engellemek için, bazı konulara açıklık getirmekte de fayda vardır.
İlk olarak belirtilmesi gereken husus, burada yer alan bilgilerin tüm Yahudileri kapsayan konular olmadığıdır. Yahudilerin büyük çoğunluğu söz konusu faaliyetlerden, bu faaliyetlerin arka planlarından ve asıl hedeften haberdar olmadığı gibi, çok büyük bir çoğunluğu da bu uygulamalara karşı çıktıklarını sık sık ifade etmektedirler. Dolayısıyla, kitabın ilerleyen bölümlerinde eleştirilen, hiçbir şekilde Yahudi toplumunun geneli değildir.
Eleştirilen husus, Kitabı Mukaddes'e birtakım yanlış anlamlar yükleyerek şiddeti ve acımasızlığı sözde makulleştirmeye çalışan batıl gelenekler ve bu geleneklere dayanarak, diğer insanları ikinci sınıf olarak gören, onları haksızlık ve zulme uğratmayı normal karşılayan radikal dünya görüşüdür. Yani, sosyal Darwinist ve işgalci bir ideoloji olan radikal, ateist Siyonizm'dir. Bilindiği üzere, Siyonizm 19. yüzyılın ortalarında, yurtları olmayan Yahudilerin vatan sahibi olmasını savunan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde pek çok ideolojide olduğu gibi Siyonizm de dejenarasyona uğramış, bu haklı talep, uygulamada şiddet ve teröre başvuran, aşırı güçlerle ittifak eden radikal ve din dışı bir anlayışa dönüşmüştür.
Günümüzde Siyonizm iki farklı şekilde görülmektedir. Bunlardan ilki, İsrail'de huzur ve barış içinde, Müslümanlarla birlikte yaşamak isteyen, güvenlik arayan, dedelerinin topraklarında ibadet edip, ticaret yapıp varlıklarını sürdürmek isteyen, dindar Yahudi halkının düşüncesi olan Siyonizm'dir. Müslümanlar bu anlamdaki Siyonizm'e karşı değildir. Dindar Yahudi halkının, kendileri için kutsal olan topraklarda güven ve huzur içinde yaşamaları, Allah'ı anmaları, sinagoglarında ibadetlerini yapmaları, topraklarında bilim ve ticaretle uğraşmaları kısaca burada diledikleri gibi yaşamaları ve yerleşmeleri Müslümanları rahatsız edecek bir durum değildir. Hatta bu, Müslümanların sevinç duyacakları bir güzelliktir. Tarih boyunca Yahudilere karşılaştıkları çile ve zorluklarda, onlara varlıklarını devam ettirme imkanı tanıyan, onları barındırıp kollayan hep Müslümanlar olmuştur.
Samimi dindar bir Yahudi'nin, yukarıda anlattığımız şekliyle, Tevrat'a dayandırdığı Siyonist inancı bu açıdan İslamiyetle çelişmez. Zira, Kuran'da Allah İsrailoğulları'nı yaşadıkları bu topraklarda yerleşik kıldığını şöyle bildirmektedir:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 5:20-21)
Dolayısıyla Yahudiler bu topraklarda hür yaşama hakkına sahiptirler, ancak bu hak söz konusu topraklarda asırlardır varlıklarını devam ettiren ve bölgenin kutsallığına inanan Müslümanlar ve elbette Hıristiyanlar için de geçerlidir. Bu mübarek topraklar her dinden her toplumdan insanın birarada huzur içinde yaşayabileceği kadar geniş, güzel ve bereketlidir. Birinin yaşam hakkı diğerinin yaşam hakkını asla ortadan kaldırmaz.
Özet olarak, eleştirdiğimiz ve tüm insanlar için büyük bir tehlike olduğunu ifade ettiğimiz, "dinsiz, Allah'sız Siyonizm"dir. Allah'ın varlığını, birliğini savunmayan, materyalist, Darwinist anlayışı teşvik ederek dinsizlik propagandası yapan, ateist Siyonistler, dindar Yahudiler için de dindar Hıristiyanlar için de çok büyük bir tehlikedir. Ateist Siyonizm, günümüzde barışa, huzura, güzel ahlaka karşı mücadele vermekte; sürekli fitne, kargaşa çıkarmakta, kan dökmektedir. Müslümanlar ve dindar Yahudiler ve Hıristiyanlar, Allah'sız Siyonizm'e karşı Allah inancının yayılması konusunda birlik olmalıdır.
Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Müslümanların birbirleriyle olan ilişkileri de, hoşgörü, saygı ve merhamet çerçevesinde olmalıdır. Zira bu, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın Müslümanlara bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in hayatıyla bize gösterdiği ahlak ve tavırdır.
Allah Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak bildirmiş ve Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğini detaylı olarak açıklamıştır. Kitap Ehli, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine göre Müslümanların, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan iman edenlere sevgi, şefkat, hoşgörü ve saygıyla yaklaşmaları gerekir. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara çağrısı ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
"Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)
Bu çağrı, Müslümanların Kitap Ehli'ne bakış açısını açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: Hepimiz bir olan Allah'a iman etmekte, Rabbimiz'in göndermiş olduğu elçileri sevmekte ve saymakta, Allah'ın koyduğu sınırlara uymakta, kutsal kitaplarımızda bildirilen ahlakı yaşamaktayız. Dolayısıyla da, birbirimize anlayış, merhamet, sevgi ve saygıyla yaklaşmakla yükümlüyüz.
Hepimiz Aynı Peygamberleri Seviyor ve Sayıyoruz
Müslümanlar gönderilmiş tüm peygamberlere iman ederler. Rabbimiz'in geçmişteki peygamberlere göndermiş olduğu kitaplara inanırlar. Bir ayette bu gerçek şöyle bildirilmiştir:
De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim olmuşlarız." (Al-i İmran Suresi, 84)
Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Harun, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. İsa ve Hz. Musa Yahudiler ve Hıristiyanlar için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir.
Yahudilerin bizim de Peygamberimiz olan Hz. Musa'ya saygı duymaları, binlerce yıldır ona sımsıkı bağlı olmaları samimi Müslümanlar için çok değerlidir. Aynı şekilde Hıristiyanların Hz. İsa'ya duydukları büyük sevgi, içten bağlılık da Müslümanlar için çok önemlidir. Hz. Yakub'a, Hz. İshak'a, Hz. İsmail'e, Hz. İbrahim'e, Hz. Lut'a, Hz. Eyüb'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya, Hz. Yahya'ya saygı ve sevgi duyan insanlar, doğal olarak Müslümanların sevgi ve muhabbet duyacağı, anlayış ve şefkatle yaklaşacağı insanlardır. Bunun aksi kesinlikle mümkün değildir.
Allah samimi olarak iman eden Kitap Ehli'nin ahlakını Kuran-ı Kerim'de şu şekilde bildirmektedir:
Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 113-114)
Salih Müslümanlara düşen de, bu güzel ahlakı yaşayan insanları şefkat ve merhametle kucaklamak, saygı ve anlayış göstermektir. Dolayısıyla, bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Müslümanların Yahudilere bakış açısı Kuran'da bildirilen ve Peygamber Efendimiz (sav)'in de uyguladığı bu ahlak üzerinedir. Gerçek din ahlakına uygun olmayan hatta dinsiz, Allah'sız Siyonizmin veya birtakım batıl geleneklerin yanlışlarının ortaya konuluyor olması, hatalı uygulamaların eleştirilmesi, bu gerçeği değiştirmez.

ÖNSÖZ
FARKLI BİR KİTAP

Şu ana kadar birbirinden çok farklı kitaplar okumuş olabilirsiniz. Felsefeden bilime kadar uzanan geniş bir konu yelpazesinde gezinmiş, ya da romandan araştırmaya kadar pek çok farklı kitap türünü elden geçirmiş olabilirsiniz. Ama bu kitap, daha önce okuduğunuz hiçbir kitap türüne dahil değildir. Kitabı, sürükleyici ve karışık bir macerayı konu edindiği için bir romana benzetmek belki mümkündür ama konular ve kahramanlar hayali olmadığı, her şey gerçek olaylara dayandığı için bir roman sayılamaz. Kitap bir araştırma kitabı olarak da görülebilir ama araştırmaların belirli ve dar kapsamlı konuları olur. Bir ideolojiyi, bir partiyi ya da bir sosyal olayı incelerler. Oysa bu kitap, görünüşte birbirinden çok farklı olan ve tarihsel açıdan aynı kategoriye konamayacak olayları incelemektedir. Kristof Kolomb'un Amerika keşfinden Nazi Almanyası'na, Protestan reformundan Bosna-Hersek'te akan Müslüman kanlarına kadar birbiriyle son derece ilgisiz gözüken konular kitabın içinde birbiri ardına analiz edilmektedir.
Önemli olan nokta da zaten budur. Çünkü bu kitapta öne sürülen ve de ispatlanan anafikir, tarihsel olayların arkasında, yüzeysel bir bakışla farkedilemeyecek bazı gizli gerçekler olduğudur. Birbirinden bağımsız gibi gözüken olaylar, gerçekte çok önemli bazı bağlantılara sahip olabilirler. Ve bu bağlantıları keşfedip, küçük parçaları birleştirerek dev bir bütüne ulaşmak mümkündür.
Bu kitap, işte bu küçük parçaları birleştirerek dev bir bütüne ulaşmakta ve Ortaçağ'ın sonundan günümüze uzanan dünya tarihinin içindeki gizli bir dinamiği ortaya çıkarmaktadır. Bu dinamik, bugün yaşadığımız önemli bazı sosyal ve siyasi olaylarda da etkilerini gösterir.
Kitapta cevabı aranan temel soru ise, mevcut "seküler" (din dışı) dünya düzeninin kimler tarafından ne amaçla kurulduğu ve hala kimler tarafından ne amaçla sürdürüldüğüdür. Bu sorunun cevabını bulmak için yapılan uzun çalışmanın sonucunda, elinizde tuttuğunuz, onüç bölümlük, kompleks, okunması dikkat gerektiren ama oldukça da sürükleyici ve etkileyici olan bu kitap ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu nedenle, öncelikle kitabın yapısı hakkında bilgi vermekte yarar var. Yeni Masonik Düzen'in on bir bölümü de aslında kendi içinde bir kitaptır ve dileyen okuyucu bu bölümleri ayrı ayrı değerlendirip okuyabilir. Ancak bu bölümlerin tümü bir bütünün parçalarıdır ve kitabın tam olarak anlaşılabilmesi, bu bölümlerin birbiri ardına özümsenerek okunmasıyla mümkün olabilir. Bu yapıldığı takdirde, dünya tarihinin ve çağımızdaki önemli olayların arkasındaki gerçekler, gizli oldukları sis perdesinin ardından birer birer ortaya çıkmaya başlarlar. Bölümlerin sırayla ve özümsenerek okunması, ayrıca, ortaya çıkardığı sonuçlar açısından zaten ilginç olan kitabı daha da sürükleyici hale getirmektedir.
Bunun yanısıra, kitabın bölümleri içinde dikkatli bir okuyucunun yakalayacağı bazı önemli mesajlar ve göndermeler vardır. Bunları keşfeden okuyucu, kitapta anlatılanların, açık ve görünür anlamlarının yanısıra bir de ikinci bir örtülü anlam taşıdıklarını görecektir. Bu yöntem izlendiği takdirde, kitabın verdiği mesajların aslında ilk anda göründüğünden çok daha geniş olduğu ve çok daha yakınımızdaki bazı olayları da konu edindiği farkedilecektir.
Birinci bölüm, Kristof Kolomb'un ünlü yolculuğuyla başlar. Bu yolculuğun ve ünlü 1492 yılının resmi tarihte gizlenen çok ilginç bazı yönleri vardır ve bu da bizlere önemli bir başlangıç sunmaktadır. Kolomb'un ardından, Protestanlık, kapitalizmin doğuşu, Amerika'nın kolonileştirilmesi gibi önemli konular incelenir. Bu ilk bölüm, tarihin önemli olaylarının bize gösterilenden çok daha farklı olduğu gerçeğiyle ilk karşılaşmadır. Kitabın çatısını oluşturan "Mesih Planı"nın ilk aşamaları, bu bölümde keşfedilir.
Kitabın belki en önemli bölümü olan ikinci bölüm ise, birbiriyle ilgili iki önemli düğümü birden çözmektedir. Biri, dünyada kurulu olan seküler düzenin ve bu düzenin sosyal, siyasi, ekonomik, bilimsel altyapısının gerçek hikayesidir. İkinci düğüm ise, üzerinde çok spekülasyon yapılmış ama pek fazla ciddi açıklama getirilememiş olan masonluk konusuyla ilgilidir. Mason örgütünün kökeni ve yahudilerle olan ilişkisinin bir türlü çözülemeyen doğası, bu bölümde çok detaylı bir araştırma ile ortaya çıkarılmaktadır. Ortaya çıkan sonuç, sekülerizmin, masonluk ve yahudi önde gelenleri arasındaki bir "İttifak" ile üretildiğidir.
Üçüncü bölüm, modern dünyanın kuruluşunda ve sekülerizmin yerleştirilişinde büyük rol oynayan iki önemli olayı, Aydınlanma akımını ve Fransız Devrimi'ni incelemektedir. Elbette, bizi ilgilendiren yön, resmi tarihin geleneksel kabulleri değil, bu iki büyük olayın perde arkasıdır.
Dördüncü bölümdeki ana konu, 19. yüzyılın sonunda doğan ateist Siyonizm akımıdır. (Bu konunun neden önemli olduğu ve neden kitapta bir bölümün bu konuya ayrıldığını, ilk iki bölümü okuyunca göreceksiniz.) Bu bölümde ateist Siyonizm ile ilgili klasik anlatımlardan çok daha farklı gerçekler incelenmekte, "Hıristiyan Siyonizmi"nden Siyonizmin sapkın boyutuna kadar farklı yönler ele alınmaktadır. Bu bölüm, bir geçiş bölümüdür ve kitabın daha tarihsel olan ilk üç bölümünü, 20. yüzyıldaki olayları konu eden öteki bölümlere bağlar.
Kendi içinde özerk olan beşinci bölüm, oldukça ilginç bir konuyu, yüzyılın ilk yarısında Nazi Almanyası ile ateist Siyonistler arasında kurulmuş olan gizli ittifakı konu etmektedir. Her ikisi de aynı ırkçı ideolojiye sahip olan bu iki hareket, Avrupalı Yahudileri Filistin'e yollamak için tarihin en ilginç ittifaklarından birini oluşturmuştur. Ateist Siyonistler için Filistin'de fitne ve kargaşa, Naziler içinse Judenrein (Yahudiden arındırılmış) bir Avrupa anlamına gelen bu ittifak, tarihin en büyük trajedilerinden biri olan Yahudi soykırımına yol açmıştır.
Altıncı bölümde, 20. yüzyıl dünya politikasını derinden etkileyen, Council on Foreign Relations (CFR), Bilderberg Grup ya da Trilateral Komisyonu gibi masonik "think-tank"ler inceleniyor. Seküler dünya düzeninin stratejik karar merkezleri olan bu kurumların gerçek kimliklerine ve icraatlarına bakarken de; Ekim Devrimi, Soğuk Savaş, Vietnam Savaşı gibi ilginç konuların içyüzüne ve seküler dünya düzeninin "gizli totaliterizm" hedeflerine değiniliyor.
Yedinci bölümün konusu ise, İsrail'in Amerikan sistemi üzerindeki şaşırtıcı etkisidir. Ülkedeki yahudilerin, kurdukları AIPAC gibi örgütler ve sahip oldukları finans ve lobi gücü sayesinde, Beyaz Saray, Kongre, Pentagon gibi devletin önemli kurumları üzerinde elde ettikleri etki konu edilmektedir. Bu arada Watergate skandalı, JFK suikasti gibi önemli bazı olayların "İsrail bağlantısı" da ortaya çıkarılmaktadır.
Sekizinci bölüm, İsrail'i konu edinir. İsrail Devleti hakkında kabul ettirilmiş olan bazı gerçek dışı bilgiler bu bölümde ortaya çıkarılmakta, İsrail'in görünenden çok daha farklı bir devlet olduğu gösterilmektedir. İsrail ile FKÖ arasındaki "barış süreci"nin gerçek içeriği, İsrail Devleti'nin "barış"la birlikte ulaşmak istediği gerçek hedefler de ayrıntılı olarak incelenmektedir.
Dokuzuncu bölüm, oldukça ilginçtir. Konu, Soğuk Savaş dönemi boyunca Üçüncü Dünya coğrafyasını kana bulayan faşist hareketler, zalim diktatörler, askeri cuntalar, hatta uyuşturucu kartelleri ile İsrail arasındaki gizli ilişkilerdir. Üçüncü Dünya'yı kasıp kavuran "bozgunculuk", İsrail Devleti'nin verdiği silahlarla ya da faşistlere yolladığı askeri danışmanlarla, "işkence uzmanları"yla yürütülmüştür. İsrail'in bu tür bir "dünya savaşı"na girmesinin ardında ise oldukça ilginç bir mantık yatmaktadır.
Onuncu bölüm, bir süredir global düzeyde İslam'a ve Müslümanlara karşı oluşturulmaya çalışan "Anti-İslami Enternasyonal"i konu edinir. Dünyanın farklı bölgelerinde, örneğin; Keşmir'de, Sudan'da, Etiyopya'da, Tayland'da ya da Bosna-Hersek'te Müslümanlara karşı saldırıya geçen anti-İslami yerel güçlerin, gerçekte tek bir merkez tarafından koordine edildiklerini, o merkez tarafından silahlandırılıp eğitildiklerini ve korunduklarını ortaya çıkarır. Bu merkez, İsrail'dir; İsrail, özellikle son yıllarda "anti-İslami bir Haçlı seferi" organize etmektedir.
Onbirinci bölüm ise son derece önemlidir ve Kuran'da haber verilen Yahudilerin tüm yeryüzünde çıkaracakları bozgunculuğun sonunu araştırır. Seküler dünya düzeni, tüm dünyaya egemen olmuş ve İslam, karşısındaki tek güç olarak kalmıştır. İslami kaynaklarda dünya tarihinin sonu olarak adlandırılan ahir zamanda yaşanacak gelişmelere detaylı yer verilmiştir. Mehdiyet ve Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşü gibi önemli konular da bu bölümde ayrıntılı olarak incelenmektedir.
Şimdi, bu uzun hikayeye girmeden önce, önemli bir noktaya değinmek gerekir. Bu, elinizdeki kitapta kendilerinden sıkça söz edilen Yahudiler ve onlara karşı bir Müslümanın göstermesi gereken tavırdır.
YAHUDİLİK KONUSUNDA ADALETİN GEREĞİ
Gerek bu kitapta gerekse şimdiye kadar yayınlanan diğer bazı eserlerimizde, ırkçı bir ideoloji olan ateist Siyonizmi benimseyen bazı Yahudilerin, Filistinli ve diğer pek çok Ortadoğulu Müslümana karşı acımasız bir işgal, baskı ve katliam politikası yürüttüğünü delilleriyle ortaya koyduk. Ateist Siyonistlerin yönlendirmesiyle hareket eden İsrail'in gerek Ortadoğu'daki gerekse diğer bazı coğrafyalardaki insan hakları ihlallerini ayrıntılarıyla inceledik. Elbette her Müslüman ve adalet ile vicdan kavramlarına sahip her inançtan insan, bu haksız zulmü kınayacaktır ve bu kınamada haklıdır.
Ancak konunun ikinci bir yönü daha vardır ki, onu da mutlaka dikkate almak gerekir. Bu, tarihte ve günümüzde, bazı Yahudilerin de başka inançlar veya milletler tarafından haksız yere hedef alındığı, zulme ve işkenceye uğratıldığı gerçeğidir. "Antisemitizm" olarak bilinen Yahudi düşmanlığı, çeşitli fanatik gruplar, faşist rejimler veya ırkçı örgütler tarafından benimsenmiş ve bu ideoloji nedeniyle pek çok Yahudi zulüm görmüştür.
Bu zulme de mutlak şekilde karşı çıkmak gerekmektedir.
Biz, ırkçı ve zalim bir ideoloji olan ateist Siyonizme karşıyız. Aynı şekilde, ırkçı ve zalim bir ideoloji olan antisemitizme, yani Yahudi düşmanlığına da karşıyız. Çünkü inancımız, dünyadaki her millete ve her inanca karşı adalet ve hoşgörüyle davranmamızı gerektirir. Allah bir Kuran ayetinde, her toplum için adaleti ayakta tutmayı emretmektedir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Eğer bir insan, ateist Siyonizmin suçları nedeniyle, masum Yahudi insanları eleştirir ve incitirse, adaleti çiğnemiş olur. İsrail'in haksız işgal ve saldırıları nedeniyle, dünya üzerindeki farklı Yahudi cemaatlerini, örneğin ülkemizdeki Yahudi inancına bağlı vatandaşlarımızı kınarsa, yine adaleti çiğnemiş ve hata etmiş olur. İsrail'in saldırı ve işgallerine karşı, İsrail'in sivil vatandaşlarını hedef alan terör eylemleri düzenlerse, adaletten tamamen sapmış, masum insanları hedef alarak çok büyük bir günah işlemiş olur.
Bu nedenle, kitaba başlamadan önce Siyonizm, Yahudilik ve antisemitizm kavramlarını kısaca ele alacak, bir Müslümanın bu konularda izlemesi gereken tutumu açıklayacağız.
İslam'ın Kitap Ehli'ne Hoşgörüsü
Yahudiler, binlerce yıldır yaşadıkları Filistin'den, MS 70 yılında, putperest Roma imparatorluğu tarafından sürülmüşler ve daha sonraki 19 asır boyunca diasporada, yani sürgünde yaşamışlardır. Bu dönem boyunca özellikle Hıristiyan ülkelerde çoğu zaman baskı ve zulüm görmüşler, defalarca yurtlarından sürülmüş, hatta toplu katliamların hedefi olmuşlardır. Yahudilerin bu dönemde en çok huzur ve güven buldukları coğrafya ise İslam topraklarıdır. İslam dünyasında hiç bir zaman antisemitizm görülmemiş, Yahudiler (ve Hıristiyanlar) kendi inanç, adet ve hatta hukuklarına göre herhangi bir baskı ve zulüm görmeden asırlarca yaşamışlardır.
Bu hoşgörü ve güven ortamının başlıca nedeni, Kuran ahlakıdır. Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanlar "Kitap Ehli" olarak ifade edilir ve Müslümanlar ile Kitap Ehli arasında dostça bir yaşam tavsiye edilir. Kuran'a göre Kitap Ehli'nin yemeğini yemek ve Kitap Ehli'nden hanımlarla evlenmek Müslümanlara serbest kılınmıştır (Maide Suresi, 5). Bu hükümler, Müslümanlar ile ehli kitap arasında nikah sonucu akrabalık bağlarının kurulabileceğini, iki tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceklerini gösterir ki, bunlar sıcak insani ilişkiler ve huzurlu bir ortak yaşam kurulmasını sağlayacak esaslardır.
Allah Kuran'da, Müslümanlara, müşrik insanlara (yani Allah'tan gelen bir vahye uymayan putperestlere) bile güvenlik sağlamalarını emreder: "Eğer müşriklerden biri, senden 'eman (güvenlik) isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır." (Tevbe Suresi, 6) Müşriklere göre Müslümanlara çok daha yakın bir inanç ve ahlaka sahip olan Kitap Ehli'ne ise, daha da fazla bir saygı, hoşgörü ve yardımseverlik göstermek gerekmektedir.
Bir başka ayette, Kitap Ehli dahil tüm gayrı Müslimlere, Müslümanlara düşmanca davranmamaları şartıyla, iyilikle davranmak şöyle emredilir:
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever... (Mümtehine Suresi, 8)
Dolayısıyla, Müslümanlar, kendileriyle aynı toplumda yaşayan tüm Yahudi ve Hıristiyanlar ile son derece sıcak bir komşuluk ilişkisi kurmakla yükümlüdürler. Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede ise, Kitap Ehli Müslümanlar üzerine bir emanettir. Onları huzur ve güzen içinde yaşatmak, her türlü tehlike ve tedirginlikten korumak Müslümanlar için dini bir görevdir. Yahudilerin tarihte çok defalar olduğu gibi, sırf inançları veya soyları nedeniyle hedef alınmaları, medeni haklardan yoksun tutulmaları, isimlerini açıklamaktan bile endişe edecekleri bir baskı ve korku içinde yaşamak zorunda bırakılmaları, gettolara, korkunç toplama kamplarına hapsedilmeleri büyük bir zulümdür. Bir Müslüman bu gibi zulümleri asla tasvip etmediği gibi, bunları engellemek için de vargücüyle çalışmalıdır.
Cahil insanlarda "kendine benzemeyene artniyetle bakmak" gibi bir hastalık vardır. Bu nedenle Ortaçağ Avupası toplumları başta olmak üzere, tarihte ve günümüzde Yahudiler hakkında olmadık suçlamalar, iftiralar, asılsız dedikodular üretilmiştir. Halen de bazı insanların bilinçaltlarında Yahudilere karşı bu hurafelerin getirdiği önyargı ve antipatiler vardır. Bir Müslüman asla böyle bir bakış açısı ve tutum içine giremez. Allah "Kitap Ehli"nin var olduğunu bize Kuran'da bildirmiş, hangi konularda yanılgılar içinde olduklarını açıklamış, ama bununla birlikte onlara karşı iyilik ve adaletle davranmamızı emretmiştir. Allah bir ayette, Kitap Ehli'ne karşı şöyle söylememizi emreder: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz."(Ankebut Suresi, 46)
Ateist Siyonizm ile Yahudiliği Ayırmak
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah'ın Kuran'da Kitap Ehli konusunda Müslümanlara emrettiği hoşgörülü yaklaşım İslam tarihi boyunca tecelli etti. Müslümanlar asırlar boyu Yahudilere dostça davrandılar ve Yahudiler de buna dostluk ve vefayla cevap verdiler. Bu tabloyu bozan unsur, ateist Siyonizm oldu.
Ateist Siyonizm, 19. yüzyılda ortaya çıktı. 19. yüzyıl Avrupası'nın iki belirgin karakteri, Siyonizmi de etkilemişti: Irkçılık ve sömürgecilik. Ateist Siyonizmin bir diğer belirgin özelliği ise, dönemin diğer ideolojileri gibi din-dışı bir ideoloji olmasıydı. Siyonizmin fikri öncülüğünü yapan Yahudiler, dini inançları olmayan kimselerdi. Hatta çoğu ateistti. Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Yahudilerin Avrupalı milletlerden ayrı bir ırk olduğu, onlarla birlikte yaşamalarının mümkün olmadığı, mutlaka kendilerine has ayrı bir yurt edinmelerinin şart olduğu iddiasıyla ortaya çıktılar. Filistin'i seçmelerinin nedeni dini değil, tarihseldi.
Ateist Siyonizm, Ortadoğu'ya girdiği günden itibaren, bölgeye çatışma ve acı getirdi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde, ateist Siyonist terör örgütleri Araplara ve İngilizlere karşı kanlı saldırılar düzenlediler. 1948'de İsrail'in kurulmasının ardından da, ateist Siyonizmin yayılmacı stratejisi Ortadoğu'yu kargaşaya sürükledi.
Bu zulmü gerçekleştiren ateist Siyonizmin çıkış noktası, Yahudi dini değil, 19. yüzyıldan miras kalma ırkçı, sömürgeci ve sosyal Darwinist ideolojiydi. İnsanlar arasında daimi bir çatışma olması gerektiğini savunan, "güçlüler kazanır, zayıflar yok olur" felsefesini empoze eden sosyal Darwinizm, Alman milletini Nazizme sürüklediği gibi, Yahudileri de ateist Siyonizme sürükledi.
Bugün ateist Siyonizmi eleştiren pek çok dindar Yahudi aynı gerçeği vurgulamaktadır. Dindar Yahudilerin önde gelen isimlerinden biri olan Haham Hirsch, "Siyonizm, Yahudi halkını milli bir antite (varlık) olarak tanımlamak ister... bu dinen bir sapmadır" der.1 İsrailli devlet adamı Amnon Rubinstein'a göre, pek çokları için "Siyonizm, (bazı Yahudilerin) babalarının yurduna ve hahamların sinagoguna başkaldırısının doğal sonucu"dur..2
Ateist Siyonizm, gerçekte bir tür faşizmdir. Faşizm ise dinden değil, dinsizlikten kaynak bulur. Dolayısıyla Ortadoğu'da akan kanların asıl sorumlusunun, Yahudi dini değil, din-dışı ve faşist bir ideoloji olan ateist Siyonizm olduğunu bilmek gerekmektedir.
Ancak faşizmin diğer versiyonları gibi, ateist Siyonizm de, dini kendi amaçları için kullanmak istemiştir.
Tevrat'ın Ateist Siyonistlerce Çarpıtılması
Tevrat, Allah'ın Hz. Musa'ya vahyettiği mübarek bir kitaptır. Allah Kuran'da "Gerçek şu ki, Biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik..." (Maide Suresi, 44) buyurur. Yine Kuran'da bildirildiği üzere, Tevrat daha sonra tahrif edilmiş ve içine insan sözleri sokulmuştur. Bu nedenle bugün elimizdeki Tevrat, "Muharref Tevrat"tır.
Yine de Muharref Tevrat incelendiğinde, içinde Hak dinin pek çok unsurunun halen bulunduğu görülür. Allah'a iman, teslimiyet ve şükür, Allah korkusu, Allah sevgisi, adalet, şefkat, merhamet, zulme ve haksızlığa karşı koyma gibi pek çok hak din özelliği Muharref Tevrat'a ve Eski Ahit'in diğer kitaplarına hakimdir.
Bunun yanında, Muharref Tevrat'ta, tarihte yaşanmış bazı savaşlar ve bu savaşlardaki kıyımlar da anlatılmaktadır. Eğer bir kişinin amacı, uygulamak istediği şiddet, kıyım ve cinayetlere çarpıtarak da olsa bir dayanak bulmaksa, söz konusu Muharref Tevrat pasajlarını kendine bir malzeme haline getirebilir. Ateist Siyonizm, gerçekte faşist bir terör olan kendi terörünü meşrulaştırabilmek için bu yola başvurmuş ve etkili de olmuştur. Örneğin, geçmişte yaşanmış bazı savaş ve katliamlarla ilgili Muharref Tevrat ayetlerini, Filistin'in mazlum halkına karşı kullanmıştır. Bu, samimiyetsiz bir yorumdur. Dini, faşist ve ırkçı bir ideolojiye alet etmektir.
Nitekim pek çok dindar Yahudi, söz konusu Muharref Tevrat ayetlerinin Filistinlilere karşı işlenen cinayetleri meşrulaştırmak için kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Karşı çıkmaları da gerekir, çünkü ateist Siyonizm, Ortadoğu'da yürüttüğü işgal ve zulüm politikasını "Yahudilik" maskesi altında yürütmekle, gerçekte Yahudiliğe ve dünya üzerindeki tüm Yahudilere zarar vermekte, onlara da büyük eziyetler çektirmektedir.
Gerçekte ne İslam, ne Yahudilik, ne de Hıristiyanlık, şiddete ve zulme rıza gösterir. Ama her toplumun içinden fanatik, şiddet yanlısı, acımasız insanlar çıkabilir. Asıl amaçları kan dökmek, acı çektirmek, kibir ve gururları için insanları ezmek olan kötü niyetli kimselerin din ahlakıyla hiçbir bağlantılarının olmayacağı ise açıktır.
Antisemitizmin İçyüzü
Buraya kadar incelediğimiz gerçekler, antisemitizm olarak adlandırılan "Yahudi düşmanlığı"nın İslam'da hiçbir yeri olmadığını açıkça göstermektedir. Müslümanlar, antisemitizm de dahil her türlü ırkçılığa karşı çıkmalıdırlar. Bunu gerektiren bir diğer neden, antisemitizmin gerçekte din-düşmanı bir ideolojinin parçası olmasıdır.
Antisemitizm teriminin asıl manası "Sami düşmanlığı"dır, yani Sami ırkından gelen, diğer bir ifadeyle "semitik" milletlere karşı duyulan nefreti ifade eder. Sami ırkı ise Araplardan, Yahudilerden ve diğer bazı Ortadoğu kökenli etnik gruplardan oluşur. Kuşkusuz tüm bu farklı medeniyetlere ve toplumlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan, O'nun emirlerini bildiren peygamberler gelmiştir. Ancak yazılı tarihe baktığımızda, Hint-Avrupa milletlerinin çok eski zamanlardan beri hep putperest inanışlara sahip olduklarını görürüz. Bu nedenle bu toplumlar ahlaki kıstaslardan tamamen yoksun kalmıştır. Şiddet ve vahşet meşru ve övülen bir özellik olarak görülmüş,eşcinsellik, zina gibi ahlaksızlıklar yaygın biçimde uygulanmıştır. Avrupa'ya hakim olan bu putperest kavimler, ancak Sami ırkına gönderilmiş bir peygamberin, yani Hz. İsa'nın etkisiyle Tevhid inancıyla karşılaşmıştır. İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderilen Hz. İsa'nın tebliği, zaman içinde Avrupa'ya yayılmış ve eskiden putperest olan kavimlerin hepsi birer birer Hıristiyanlığı kabul etmiştir.
Ancak 18. ve 19. yüzyılda Avrupa'da Hıristiyanlığın zayıflaması ve dinsizliği savunan ideoloji ve felsefelerin güçlenmesi ile birlikte, Avrupa'da garip bir akım doğmuştur: Yeni-putperestlik (neo-paganizm). Bu akımın öncüleri, Avrupalı toplumların Hıristiyanlığı reddederek eski putperest inançlarına geri dönmesi gerektiğini savunmuşlardır. Yeni-putperestlere göre, Avrupalı toplumların putperest oldukları dönemdeki ahlak anlayışları (yani savaşçı, acımasız, kan dökmekten zevk alan, sınır tanımaz barbar ahlakı), Hıristiyanlığı kabul ettikleri dönemdeki ahlak anlayışlarından (yani mütevazi, merhametli, barışçıl dindar ahlakından) daha üstündür.
Yeni-putperestler, Hıristiyanlığa düşman olurken, aynı zamanda Hıristiyanlığın kökeni olarak gördükleri Yahudiliğe karşı da büyük bir nefret benimsemişlerdir. Hatta Hıristiyanlığı "Yahudi fikrinin dünyayı istila etmesi" gibi yorumlamışlar, bir tür "Yahudi komplosu" saymışlardır.
İşte bu yeni-putperestlik akımı, bir taraftan din düşmanlığını körüklerken, bir yandan da faşizm ve anti-Semitizm ideolojilerini doğurmuştur. Özellikle Nazi ideolojisinin temellerine bakıldığında, Hitler'in ve yandaşlarının gerçek anlamda birer putperest oldukları açıkça görülmektedir.
Dolayısıyla, Avrupa'da doğmuş bir ideoloji olan "Yahudi düşmanlığı", aslında "din düşmanlığı"nın bir ifadesidir. Dolayısıyla hiçbir Müslümanın; Yahudileri dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı olan habis bir millet gibi tasvir eden bu fanatik idelojiye hiçbir şekilde itibar etmemesi gerekir. Aksine, Müslüman, ateist Siyonizme karşı masum Filistinlileri savunduğu gibi, antisemitizme karşı da masum Yahudileri savunmakla sorumludur. (Ayrıntılı bilgi için; www.islamantisemitizmilanetler.com)
Sonuç
Ateist Siyonizmin insanlık suçlarının her Müslümanda bir tepki ve "buğz" uyandırması doğaldır. Ancak bunun hiçbir zaman adaletsiz bir tepkiye dönüşmemesi gerekir. Allah bu konuda bizleri uyarır ve Kuran'da "Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır" buyurur (Maide Suresi, 8).
Bu adalet ilkesi gereğince:
İsrail'in var olma hakkını tanıyoruz. İsrail'in Yahudi vatandaşları, atalarının diyarı olan Filistin'de barış ve güven içinde yaşama hakkına sahiptirler. Ama mutlaka aynı toprağın diğer sahipleri olan Filistinli Müslümanların da yaşama hakkını tanımaları, onların topraklarını işgal altında tutmaktan vazgeçmeleri, 30 yılı aşkın bir süredir yaptıkları tahribatı tamir ve tazmin etmeleri gerekir.
Ülkemizdeki Yahudi vatandaşlarımızın (ve diğer tüm diaspora Yahudilerinin), hiçbir endişe ve tedirginlik hissetmeden, huzur ve güven içinde yaşamalarını sonuna kadar savunuyoruz. Tarihin utanç verici bir sayfası olan "Varlık Vergisi" gibi kabul edilemez baskıların bir daha asla tekrarlanmaması, Yahudi, Rum, Ermeni, Katolik, Protestan ve diğer tüm farklı inançlara mensup, yani "Kitap Ehli" vatandaşlarımızın, inançlarıyla, adetleriyle, gelenekleriyle, yaşam biçimleriyle alabildiğince özgür ve rahat yaşamalarını diliyoruz.
Gerçekte Kitap Ehli ve Müslümanlar, birbirlerinin hasmı değil müttefikidirler. Özellikle de dünyanın ateist ve din-düşmanı ideolojiler tarafından istila edildiği çağımızda, aynı şekilde Allah'a inanan ve aynı ahlaki değerleri savunan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların işbirliği yapmaları gerekmektedir.
Allah Kuran'da, Müslümanlara, Kitap Ehli hakkında bir emir verir; onları "ortak bir kelimede birleşmeye" çağırmak:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." (Al-i İmran Suresi, 64)
Bizim Yahudilere ve Hıristiyanlara olan çağrımız da budur: Allah'a iman eden ve O'nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir "iman" kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah'ı sevelim. O'nun emirlerine uyalım. Ve Allah'ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim.
Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler bu şekilde ortak bir kelimede birleştiklerinde, birbirlerinin düşmanı değil dostu olduklarını anladıklarında, asıl düşmanın ateizm ve dinsizlik olduğunu gördüklerinde, dünya çok daha farklı bir yer olacaktır. Asırlardır süren çatışmalar, husumetler, korkular, terör eylemleri sona erecek ve "ortak bir kelime" üzerinde sevgi, saygı ve huzura dayalı bir "medeniyetler barışı" kurulacaktır.

500 YILLIK DÜZEN


G İ R İ Ş:

Soğuk Savaş'ın bitimi ve ABD'nin tek süper güç olarak belirmesinin hemen ardından, Başkan George Bush'un, Henry Kissinger'ın "sağ kollarından biri" sayılan Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft ile tasarlayıp gündeme getirdiği "Yeni Dünya Düzeni" kavramı çok tartışılır oldu. Kimileri, bu yeni Düzen'de bir tür Pax Americana ummaya başladılar. ABD'nin önderliğinde daha özgür ve barışçı bir dünya kurulacağını beklediler. Irak'ın Kuveyt'i işgalini cezalandıran Körfez Savaşı ile başlayan sürecin, artık dünyada zorbalık çağını büyük ölçüde sona erdirdiğini duyurdular.
Fakat bu yeni Düzen, tartışma götürmeyecek bir biçimde, üstte tarif edilen süslü tabloyu gerçekleştirmedi. Evet, Soğuk Savaş bitmiş, ideolojik çatışmalar büyük ölçüde geri kalmıştı ama dünyanın belli bölgeleri, eskisine oranla çok daha fazla çatışmaya sahne oluyordu. Bunun en belirgin örneği kuşkusuz Bosna-Hersek'te yaşandı. 200 bin Müslüman, Sırp saldırganlığının sonucunda yaşamını yitirdi. Benzeri etnik çatışmalar daha başka bölgelerde, ancak Azerbaycan, Çeçenya gibi örneklerde olduğu gibi özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda da gerçekleşti.
Peki bu durumu nasıl yorumlamak gerekiyordu? Soğuk Savaş'ın bitimiyle birlikte ABD önderliğinde huzur ve barış dolu bir Yeni Dünya Düzeni kurulacağı ilan edilmişken, eskiye göre çok daha fazla kan akmıştı. Ve bu kanların önemli bir bölümü Müslüman kanıydı.
Bazı yorumlara göre, bu son derece normaldi, çünkü Soğuk Savaş'ın bitmesi, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki uzun çatışmayı sona erdirmişti ve artık birleşmiş olan modern dünyaya karşı tek alternatif ve muhalefet İslam'dı. Yeni Dünya Düzeni, bu yeni kutuplaşmanın bir ifadesiydi. Nitekim kısa bir süre sonra Amerikalı stratejist Samuel Huntington ortaya çıktı ve dünyanın gelecek yüzyılda büyük bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını öne sürdü. Huntington'a göre, artık ideolojiler ölmüş ve dinlerden kaynak bulan medeniyetler çağı geri dönmüştü. En büyük çatışmanın ise, Batı ve İslam medeniyetleri arasında yaşanacağını haber veriyordu. Huntigton'a göre, Müslümanların Bosna-Hersek'te Batılılar'dan destek beklemelerinin de bir anlamı yoktu. "Medeniyetler çatışması" çoktan başlamıştı ve artık saflar belirleniyordu. İslam dünyasının öteki bölgelerindeki çatışmalara da dikkat çekmiş ve "İslam'ın kanlı sınırları" olduğundan söz etmişti. (Bu "kanlı sınırlar"dan ise, Müslümanları sorumlu tutuyordu, temsilcisi olduğu Batı medeniyetini temiz göstermek için.)
Bazı yorumcular ise Yeni Dünya Düzeni'nin pembe tablosunu savunmaya devam ettiler. Onlara göre, ortada büyük bir çatışma yoktu ve olmayacaktı da. Bosna'da ve diğer İslam coğrafyalarında akan kanlar, yerel bir takım saldırganlıkların sonucuydu ve Yeni Dünya Düzeni'nin bir parçası değildiler. Yeni Dünya Düzeni, bu olumsuzlukları ortadan kaldırmayı amaçlıyordu.
Bu iki farklı yorum karşısında durup düşünmek gerekir. Gerçekten yakın gelecekte Batı ve İslam arasında bir çatışma yaşanacak mıdır? Daha da önemlisi, Batı, bu çatışmayı gözönünde bulundurarak şimdiden rakip tarafa kaşı eyleme mi geçmiştir? İslam'ın "kanlı sınırlar"a sahip olmasının nedeni bu mudur? Yeni Dünya Düzeni, dünyaya barış ve adalet dağıtmak için mi tasarlanmıştır? Yoksa bu süslü laflar arkasında yeni bir cephe mi oluşturulmaktadır? Yeni Dünya Düzeni'ni kurmaya soyunan medeniyet, kendinden olmayanlara, yani en başta Müslümanlara karşı dostluk daveti mi, yoksa bir "komplo" mu içermektedir. Bunlar çok kişinin zihnini meşgul eden önemli sorulardır.
Ancak biz, bu soruları cevaplandırmak için farklı bir yol izleyeceğiz. Eğer Yeni Dünya Düzeni'nin gerçek içeriğini merak ediyorsak, öncelikle yapılması gereken Yeni Dünya Düzeni'ni ilan eden medeniyeti tanımaktır. Eğer bu medeniyetin kimliğini ve yöneticilerini doğru tespit edebilirsek, niyetlerini, özellikle de karşı tarafa yönelik niyetlerini daha iyi belirleyebiliriz.
Bugün pek çok insan Batı'yı çok iyi tanıdığını iddia edebilir. Oysa dünya kimi zaman göründüğünden, gösterildiğinden çok daha farklı olabilmektedir. Bu nedenle, Batı'yı tanımak için, öncelikle Batı'nın resmi tarihini ve resmi görüntüsünü aşmak gerekmektedir.

Resmi Tarih ve Resmi Görüntü
Bir resmi, bir de gerçek tarihin olduğu herkesçe bilinir. Resmi tarih, tarihi yazanların—daha doğrusu yazdıranların—olayları istedikleri gibi yorumlamalarından ve çarpıtmalarından doğar. Bir ülkenin tarihini yazdıranlar, ki bunlar o ülkeyi yönetenlerdir, kimi zaman tarihi resmi ideolojiyi sağlamlaştıracak bir araç olarak görürler. Öyle ki iki ülke arasında geçmiş olan bir savaşın, her iki ülkede de "zafer bayramı" olarak kutlandığı durumlar bile vardır: Her iki tarafın tarih kitapları da savaşı kendilerinin kazandığını yazmaktadır...
"Resmi"lik yalnızca tarih için değil, bugün için de geçerlidir. Resmi tarihi tarihçiler yazarken, resmi görüntüyü de devlet ve medya belirler. Buna, çoğu ülkede çok sayıda medya kuruluşu olduğu ve bunların farklı konularda farklı yorumlar yaptığı noktasından yola çıkarak itiraz edilebilir. Ama dikkat edilirse, medyanın büyük çoğunluğu, aralarında başka konularda ne anlaşmazlık olursa olsun, "düzen" konusunda konsensüse varmış durumdadır. Düzene alternatif olanlar ise, dışlanırlar ve belki daha da önemlisi güvenilir kaynak olarak kabul edilmezler.
Ünlü Amerikalı dilbilimci ve siyasi yorumcu Noam Chomsky, Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies (Gerekli İlüzyonlar: Demokratik Toplumlarda Düşünce Kontrolü) adlı kitabında, medya yoluyla düşünce kontrolünün nasıl yapıldığını detaylarıyla anlatır. Chomsky'nin bildirdiğine göre, en özgür ve demokratik toplum olarak bilinen ABD'de bile çok etkili bir "düşünce kontrolü" vardır. Amerikan devleti, özellikle yüzyılın başından bu yana, totaliter yöntemler kullanmaktadır. ABD'nin yönetici elitlerini buna zorlayan şey, toplumun pek çok konuda kendilerinden farklı düşünmesidir. Özellikle dış müdahale konularında Amerikan halkı geleneksel olarak isteksizdir; oysa silah tüccarlarından uluslararası şirketlere kadar pek çok güç merkezi ile birlikte (ve onların desteğiyle) Beyaz Saray'da oturan politikacılar, dış müdahaleyi çoğu kez bir zorunluluk olarak görürler. Bu durumda ne yapılmalıdır? Elbette politika halka rağmen oluşturulacaktır ama açık açık totaliter olan devletlerde olduğu gibi, halkın kafasını ezerek değil, propaganda yoluyla "rıza"sını oluşturarak. Chomsky, "rıza üretme" olarak adlandırdığı bu yöntemin çok sayıda örneğini veriyor.1Bazılarına kitabın ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.
Burada düşünülmesi gereken bir soru, bu resmi tarih ve resmi görüntü kavramlarının ve bunlarla yapılan düşünce kontrolünün hangi boyutlara kadar geçerli olduğudur. Ülke boyutunda, sözkonusu kavramların, ülkeyi yöneten elitlerden ve onların kurduğu düzenden kaynaklandığını belirttik, gerçek tarih ve yorumları onların çarpıttığını söyledik; ki bu zaten pek bilinmeyen bir şey değildir.
Peki resmi tarih ve resmi yorum dünya bazında da geçerli midir? Bugün dünyaya egemen olan Batı uygarlığıdır. Doğal olarak da bu uygarlığın, kurduğu dünya düzeni için bir resmi tarih ve resmi yorum yaratma çabası olmalıdır. Bu uygarlığı yönetenlerin, egemenliklerini korumak ve sağlamlaştırmak, düzenlerini ayakta tutmak için böylesi bir yol izlemesi doğaldır.
Ancak bu noktada biraz ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyoruz. Eğer Batı uygarlığı tarafından kurulmuş olan dünya düzeninin üretilmiş bir resmi tarihi ve resmi görüntüsü varsa, bu, insanların büyük kısmının zihnine etki ediyor demektir. Mevcut dünya düzenini benimseyen insanlar, bu büyük telkinin etkisi altına girmiş olmalıdırlar ve kendi kendilerine de bu kapalı zihin sistemini yırtıp dışarı çıkmaları oldukça zordur. Balıklar nasıl suyun içinde yaşadıklarının farkında değillerse, dünya düzeninin resmi tarihi ve resmi görüntüsü ile aldatılmış olan insan da kapalı bir düzenin içinde yaşadığını farkedemez.
Dolayısıyla insanın etrafındaki tüm yalanlardan kurtularak gerçek dünyayı tanıyabilmesi, kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Bu işi yapmak için "entellektüel" bir çabaya giriştiğinde kullanacağı düşünce ve araştırma yöntemleri bile aslında dünya düzeni tarafından belirlenmiştir. Örneğin gerçek dünyayı anlamak için yola çıkan bir insan, büyük ihtimalle kurulu düzenin felsefi dayanaklarına başvurmadan edemeyecektir. Aydınlanma çağının "akıl" modeliyle düşünecek, pozitivist bilimsel metodolojiyi kullanacak, kendisine empoze edilen mantık yapısını ve değer yargılarını terkedemeyecektir. Bu halde pek fazla mesafe kaydedemez.
Kısacası, eğer bir insan, kurulu dünya düzeninin kendisine tanıtılandan farklı olduğunu düşünüyor ve gerçeği arıyorsa, o düzenin kıstaslarını kendisine rehber edinmemelidir.
Öyleyse, neyi rehber edinmelidir?... ..
Doğruyu Yanlıştan Ayıran Bir Rehber
Zaten bütün tartışmalar bu noktada düğümlenir. Dünyayı anlamaya çalışırken yol göstericimiz nedir?... Aslında çoğu insan bu soru üzerinde hiç düşünmemiştir. Onun rehberi toplumdur. Toplumdan öğrendiği doğrulara ve yanlışlara göre değer yargıları oluşur. Toplum, dünyanın düz olduğuna inanıyorsa, o da öyle düşünecektir. Yamyam kabilesinde büyüyorsa, insan eti yemeyi doğal karşılayacaktır. Nazi Almanyası'nda Hitler'e tapınmayı haklı bulacaktır. Kısacası, çoğunluğa uymak, bir değer taşımamaktadır.
Dünyayı anlamak için, bir de toplumdan yüz çevirip "dahi"lerin buluşlarına yönelinebilir. İdeolojilerden medet umulup, ideologların düşüncelerine bel bağlanabilir. Örneğin, Marx'ın tüm dünyanın, hatta evrenin, nasıl oluştuğunu, hangi yasalara göre işlediğini, geleceğinin ne olduğunu keşfettiğine inanılabilir. Bu gidişatta, Marx'ın en büyük öğrencisi olan Lenin'in "o muhteşem beyni", muhafaza edilip "insanlığın istifadesi" için saklanabilir.
Ama gün gelir ideolojiler çöker ve yanlış oldukları anlaşılır. Ve Lenin'in beyni çöpe atılır... Bu kaçınılmaz son, tüm ideolojilerin başına gelecektir.
Çünkü, evren ve dünya hakkında ortaya doğru bir kıstas koyabilmek için, tüm evrenin tüm bilgilerine sahip olmak, tüm geçmişi ve geleceği bilmek gerekmektedir. İnsanın böyle bir işin milyarda birini bile başarmaktan çok uzak olduğu ortadadır. Dolayısıyla, insan aklının ürettiği ideolojiler, temelden çürük, hatta komik birer sistemdir. Bu nedenle gerçek bir rehber, ancak insan-üstü bir kaynaktan gelebilir. Tüm evreni, geçmişi ve geleceği bilen, hiçbir şey bilgisinin ve gücünün dışında olmayan insan-üstü bir kaynaktan...
Bu da, hiç şüphesiz Allah'tır.. Allah, her şeyi yaratan, ilmi her şeyi kuşatan, geçmişi ve geleceği bilendir. İnsanı yaratan ve onu şekillendiren O'dur. İnsana gerekli olan herşeyi bilen ve onun için en doğrunun ne olduğunun bilgisine sahip olan da O'dur. Dolayısıyla güvenilir bir kıstas ve doğruyu yanlıştan ayıran bir rehber ancak O'ndan gelebilir. Gelmiştir de... Kuran, O'nun insanlara rehber olarak gönderdiği kitabıdır.
Biz, Müslüman olmanın bir gereği olarak, herşeyi olduğu gibi, dünyada kurulu olan düzeni de incelerken kıstas ve rehber olarak Kuran'ı kullanacağız. Dünyayı, resmi tarihe, resmi görüntüye, toplumun üzerinde ittifak ettiği genel-geçer doğrulara ya da bir takım ideolojilere göre değil, Kuran ayetlerine ve Kuran'ın getirdiği düşünce metotlarına göre değerlendireceğiz.
Kuran'ı tanımayan bir kişi, bunun nasıl yapılacağını anlamakta zorlanabilir. Bir "din kitabı"nın, dünyanın politik yapısını, hem de son derece yeni bir kavram olan Yeni Dünya Düzeni'ni anlamak için temel kaynak olarak kullanılmasını yadırgayabilir. Çünkü o, Kuran'ı asırlar önceki insanlara seslenen ve dolayısıyla da bugünle fazla bir ilgisi olmayan bir kitap sanmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir... Kuran, her döneme ve her topluma seslenen, onları kavrayan ve açıklayan bir kitaptır. Onun ilahi olmasının özelliğidir bu.
İmani konuların yanısıra, Müslümanın karşılaşacağı toplum ve dünya modeli de Kuran'da açıklanır. Çünkü Kuran, "muttakiler (Allah'tan sakınanlar) için yol gösterici olan bir kitaptır" (Bakara Suresi, 2) ve "herşeyin açıklayıcısı" (Nahl Suresi, 89) olarak indirilmiştir. Dolayısıyla bir müminin ihtiyaç duyacağı her yol gösterici bilgi, hikmetli bir biçimde Kuran'da açıklanmıştır. Mümin, davasının bir gereği olarak içinde bulunduğu toplumu ve dünyayı da sosyolojik ve politik yönden tanımak zorundadır. Bu nedenle Kuran, mümine dünyanın politik ve sosyolojik yapısı hakkında da çok önemli bilgiler ve işaretler verir.
Biz bu kitapta, kurulu dünya düzenini ve bu düzenin bir aşaması olan Yeni Dünya Düzeni kavramını Kuran'ın verdiği kıstaslara göre inceleyeceğiz. Çünkü Yeni Dünya Düzeni ya da onun içeriği olan "medeniyetler çatışması", Müslümanlarla yakından ilgilidir. Müslümanlara karşı açılan bir cephe sözkonusudur. Müslümanları bu denli birinci dereceden ilgilendiren bir konuda ise, bir Müslüman için Kuran'dan daha önemli bir yol gösterici olamaz.

Kuran, Dünya, 'İsrailoğulları' ve Düzen...
Madem dünyaya bakarken kıstasımız Kuran olacaktır, o halde Kuran'ın dünyanın politik durumu hakkında ne gibi bilgiler vermekte, ipuçları aktarmakta olduğuna bakmamız gerekmektedir. İşte bu noktada Kuran'da hemen göze çarpan "İsrailoğulları" faktörüyle karşılaşırız.
Kuran'da, çok dikkat çekici bir biçimde, sürekli olarak "İsrailoğulları"ndan söz edilir. Allah Kuran'da, "İsrailoğulları"nın en çok "dünya hırsı"na sahip olan topluluk olduğunu (Bakara Suresi, 96); kendilerini diğer insanlardan üstün gördüklerini (Cum'a Suresi, 6); diğer insanların "mallarını haksızlıkla yediklerini" ve onları faiz yoluyla sömürdüklerini (Nisa Suresi, 161); peygamberleri "öldürdüklerini"(Al-i İmran Suresi, 183); yeryüzünde savaş çıkarıp "bozgunculuğa çalıştıklarını" (Maide Suresi, 64); kendi soydaşlarını da öldürdüklerini veya yurtlarından sürdüklerini (Bakara, 84-85); "zalim" olduklarını (Bakara Suresi, 59); sıkça "ihanet" ettiklerini (Maide Suresi, 13); İslam'a "kin ve hınç" beslediklerini (Nisa Suresi, 46); Müslümanlara karşı "düzen" kurduklarını (Al-i İmran Suresi, 54); Müslümanlar için "en şiddetli düşman" olduklarını (Maide Suresi, 82); "küfre sapanlarla dostluklar kurdukları"nı (Maide Suresi, 80); insanlara "zulüm" yaptıklarını ve onları "Allah'ın yolundan" alıkoyduklarını (Nisa Suresi, 160) bildirir.
Bu ayetler, bizlere, dünyanın politik, ekonomik ve sosyolojik yapısı üzerinde "İsrailoğulları" faktörünün çok önemli bir yeri olduğunu haber vermektedir. Hele, Müslümanlar açısından, kendileri için en şiddetli düşman olan ve dinlerine kin ve hınç besleyen "İsrailoğulları"nın büyük önem taşıdığına kuşku yoktur.
Bunların yanında hemen belirtmek gerek, Kuran, "İsrailoğulları"ndan söz ederken "onların hepsinin bir olmadığını" (Al-i İmran Suresi, 113) da haber verir. "İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yapmakta oldukları ise ne kötüdür!"(Maide Suresi, 66) ayetiyle tüm Yahudileri aynı safta değerlendirmenin doğru olmadığını söyler.
Nitekim Müslümanlara düşen görev de İsrailoğulları'na karşı düşmanca davranmak değil, aksine onları barışa, adalete ve ortak bir imana çağırmaktır. Allah Kuran'da, Müslümanlara, Kitap Ehli (Hıristiyan ve Yahudiler) hakkında bir emir verir; onları "ortak bir kelimede birleşmeye" çağırmak:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Ali İmran Suresi, 64)
Biz de bu bakış açısıyla hareket ediyor ve Yahudileri ortak bir kelimeye, barış ve adalete çağırıyoruz. Ancak bunun yanında bir kısım Yahudilerin dünya üzerinde yaptıkları—ve Kuran'da ve hatta Eski Ahit'te işaret edilen—bozgunculukları gözler önüne sermeyi de bir görev kabul ediyoruz. Bu kitapta bu görev yerine getirilmektedir.
Kuran'da Yahudilerin dünya üzerindeki etkileri ile ilgili ayetlerin birinde oldukça dikkat çekici bir bilgi verilir. Allah Kuran'da İsra Suresi'nin başında yer alan ayetlerde, Yahudilerin yeryüzünde iki kez "bozgunculuk çıkaracaklarını ve büyük bir yükselişle yükseleceklerini" bildirir:
Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: 'Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecek-yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk-vaad geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık. Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz o da (kendi) aleyhinizedir. Sonuncu vaad geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi mescid (Kudüs)e girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmadağın edip mahvetsinler'. (İsra Suresi, 4-7)
Ayetlerin ifadesine göre, Yahudilerin birinci "bozgun ve kibirli yükseliş"lerinin ardından, Allah onların üzerine güçlü bir ordu göndermiş, bu ordu Kudüs'e girmiş ve mescidi (Kudüs'teki Süleyman Tapınağı) darmadağın etmiştir. Bu ayette anlatılan Tapınak'ın birinci yıkılışı ve birinci sürgün, Yahudilerin MS 70 yılında Romalılar tarafından Kudüs'ten sürülmelerinin karşılığıdır. Bu olay, Yahudilerin Hz. Yahya'yı öldürdükleri ve Hz. İsa'yı da öldürmek için tuzak kurdukları dönemin hemen ardından, yani "kibirli bir yükseliş ve bozgunculuk" hareketinin ardından gelmiştir. İsrailli tarihçi Moshe Sevilla-Sharon, ayetin ifadelerine uygun olarak gelişen yıkım ve sürgün olayıyla ilgili bazı bilgileri şöyle veriyor:
Romalıların kumandanı Titus kısa süre içinde tüm İsrail ülkesini ele geçirdi ve 70 yılının ilkbaharında Kudüs'ü sardı... Titus şahsen kuvvetlerinin başına geçip dört lejyonla saldırıya başladı. Kısa süre içinde Kudüs'te açlık başgösterdi, silah ve insan gücü azaldı. Romalılar Mayıs ayında surların bir bölümünü yıktılar ve bazı noktalardan kente girdiler. Bununla birlikte 'evden eve' savaş bir ay daha sürdü ancak Kudüs 9 Av 70 (Taşa be Av) tarihinde düştü. Son kalan Yahudi kuvvetleri Büyük Tapınak çevresinde mevzilendilerse de, aynı gün Romalılar bu engeli de aşarak Büyük Tapınak'ı yıktılar ve burada kalan Yahudileri katlettiler.2
Birinci bozgunculuk ve yükseliş döneminin sonu budur. Peki acaba ikinci bozgunculuk ve yükseliş dönemi ne zamandır? Bu sorunun cevabını vermeden önce, konuyu Yahudi kaynaklarından inceleyelim. Acaba Yahudiler, kendileri, bir "yükseliş dönemi" kavramına sahipler mi?

Yahudi İnancındaki 'Yükseliş': Mesih Beklentisi
70 yılında Filistin'den sürülmelerinin ardından, Yahudiler için "diaspora" dönemi, yani İsrail toprakları dışındaki dönem başladı. Çeşitli ülkelere dağıldılar. Gittikleri her ülkede azınlık konumundaydılar. Hıristiyan dünyası, onlara fazla sempati göstermiyordu. "İsa'nın katilleri" sıfatını kazanmışlardı bir kez.3 Bu ortamda, Yahudiler arasında, eskiden beri kutsal metinlerde yer alan bir konu gittikçe önem kazanmaya başladı. Bu, bir gün bir "Mesih"in geleceği ve Yahudilerin onun önderliğinde Filistin'e geri dönecekleri inancıydı. Mesih'in gelişi, asırlar boyu Yahudi gettolarında en çok konuşulan ve beklenen kehanet oldu. Her gün düzenli olarak, Mesih'in gelişi için dua edilirdi. Mesih inancı, güçlenerek devam etti. "Yahudi Ansiklopedisi"Encyclopaedia Judaica, konuyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
Hahamların düşüncesine göre, Mesih, insanlık tarihinin en üst noktasında, İsrail'i kurtaracak ve yönetecek olan kraldır. Bu şekilde, Tanrı'nın Krallığı, kurulmuş olacaktır... Mesih, İsrail'in düşmanlarını yenecek, Yahudi halkını yeniden topraklarına kavuşturacak, onları Yehova'yla yakınlaştıracaktır. Bir peygamber, savaşçı, hakim, kral ve Tevrat öğreticisi olacaktır... Hahamlar, Mesih'in Davud'un soyundan geleceğine inanırlar.4
Yahudi öğretisinin temel taşlarından biri olan Mesih inancı, görüldüğü gibi, İsrailoğulları'nın yükseliş beklentisidir. Kuran ayetinde "İsrailoğulları'nın yükselişi"nin yeryüzünde bozgunculuk (anarşi, adaletsizlik, dejenerasyon, şiddet, zulüm vb.) çıkarmakla paralel olduğu vurgulanıyordu. Acaba, Yahudilerdeki Mesih inanışı, bu "bozgunculuk" boyutunu da içeriyor mu?
Yahudi kaynakları, Mesih'in gelişinin Yahudiler için bir kurtuluş olduğunu söylerler ama bu "kurtuluş"un Yahudi olmayanlar için ne anlama geldiği üzerinde pek durmazlar. Mesih, Yahudileri "kurtarırken" diğer milletleri ve dinleri ne yapacaktır? Bunun cevabını önce Yahudi kaynaklarında diğer millet ve dinlere nasıl bakıldığında aramak gerekiyor. Bu kaynaklardan en önemlisi Eski Ahit (Tevrat)tır. Eski Ahit'e göre, Yahudiler diğer tüm halklardan üstün ve "seçilmiş" bir halktır. Yeryüzünün gerçek sahipleri onlardır ve yeryüzünü yönetme hakkı da onların elindedir. Bu konudaki yüzlerce Tevrat hükmünden birkaçı şöyledir:
Siz Allahınız Rabbin oğullarısınız... Çünkü sen Allah'ın Rabbe mukaddes bir kavimsin ve Rab yer üzerinde bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.5 ... Ve onlardan nefret ettim. Fakat size dedim: Siz onların topraklarını miras olarak alacaksınız ve ben size onu mülk olmak üzere vereceğim, ben sizi milletlerden ayırt eden Allahınız Rabbim 6 Ben dedim. Siz ilahlarsınız ve hepiniz yüce olanın oğullarısınız. Kalk ey Allah yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin hepsine sen varis olacaksın.7
Bu "yeryüzüne hükmetme" hakkını tanımayanlar, "Tanrı'nın seçilmiş kavmi"ne karşı gelmiş olurlar ki, cezalandırılmaları gerekir. Ceza, şiddetle olur. Bir M. Tevrat ayetinde şöyle denmektedir: "İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın." 8
Bu durumda Mesih'in yapacağı da bu inanışın gereklerini yerine getirmek, yani diğer millet ve dinlerin Yahudilere boyun eğmesini sağlamaktır. Kabul etmeyen, ayetlerdeki yöntemlerle, cezalandırılacak ve yola getirilecektir...
Yahudi kaynakları, başta belirttiğimiz gibi Mesih'in bu misyonundan pek söz etmezler. Biraz söz eden bir tanesi, The Universal Jewish Encyclopedia, Mesih'in diğer milletleri ne yapacağını şöyle bildiriyor: "Mesih geldiğinde diğer milletler ya fethedilecek 9, ya imha edilecek 10 ya da dinlerinden döndürüleceklerdir. Ama sonları ne olursa olsun, o tarihten sonra İsrail için sıkıntı kaynağı olmaktan çıkacaklardır."11
Kısacası Yahudilerin beklediği Mesih, Kuran'da sözü edilen "bozgunculuk" hareketini en üst noktada uygulayacak kişidir. Kimileri, sözkonusu Mesih düşüncesinin Yahudi dininin içinde önemli bir yer tutmayan ve yalnızca bazı Yahudi grupları tarafından savunulan bir inanç olduğunu sanabilir. Mesih inancı, Yahudi dininin temel taşlarından biridir ve dinlerine bağlı olan tüm Yahudilerce büyük bir bağlılıkla korunmaktadır. Yahudi geleneğinin en büyük isimlerinden olan Haham Maimonides, Mesih inancının Yahudiliğin temellerinden biri olduğunu ve Mesih gelince diğer milletlerin Yahudilere boyun eğeceğini bildirir:
Maimonides, Mishne Torah (İkinci Tevrat) adlı eserinde, Davud'un soyundan bir kişinin bir gün eski Krallık'ı kuracağını ve Yahudileri zafere kavuşturacağını yazar. Buna göre bu kişi, diasporaya dağılmış olan Yahudileri Kutsal Topraklar'a döndürecek ve Tapınak'ı yeniden inşa edecektir. Dolayısıyla, Tevrat'ın yasaları, Tapınak'la ilgili olanlar da dahil olmak üzere, yeniden Kutsal Topraklar'da uygulanmaya başlayacaktır. Ve sonunda bütün milletler, Yahudilerin 'Tanrı'nın Oğulları' olmaktan gelen üstünlüklerini kabul edecektir... ... Maimonides şöyle der: 'Mesih'in gelişine tam bir inançla inanıyorum. Ne kadar geç kalırsa kalsın, her gün onun gelişini bekliyorum'... Mesih'in gelişi kuşaklar boyunca ertelenmesine ve onbir yüzyıldır diasporanın sürmesine rağmen, Maimonides son derece kararlıydı. Mesih ile ilgili şu hükmü veriyordu: 'Mesih'e inanmayan, hatta onun gelişini sabırsızlıkla beklemeyen kimse, yalnızca resullerin haberlerini değil, tüm Tevrat'ı da yalanlamış olur'.12
Peki Mesih ne zaman gelecektir? Bu kuşkusuz önemli bir sorudur ve binlerce yıllık Yahudi tarihinin de en önemli konularından biridir. Öyle ki, Yahudi tarihinde çok sayıda "sahte Mesih" yer alıyor. Bu kişiler gözlenen vaktin geldiğini ve kendilerinin beklenen Mesih olduklarını öne sürerek Yahudi cemaatlerinde dalgalanmalar yaratmışlardır. Ama bu Mesihler'in "sahte"liklerinin en açık göstergesi Filistin'e dönüş ve Kudüs'ü ele geçirme operasyonunu başaramamış olmalarıdır.
Ama bugün, Yahudiler, ilk sürgünden 19 yüzyıl sonra Filistin'e dönmüş ve Kudüs'ü almış durumdalar! İşin en ilginç yanı da, Yahudi önde gelenlerinin, bu dönüşü, yani İsrail Devleti'nin kuruluşunu Mesih inancına paralel olarak yorumlamaları. Bu, hem Mesih inancının günümüz Yahudileri arasında da ne denli güçlü olduğunu gösteriyor, hem de Mesih'in gelişi ile ilgili olarak hangi tarihlerin beklendiğini ortaya koyuyor. Encyclopaedia Judaica, İsrail Devleti-Mesih inancı paralelliğini şöyle bildiriyor:
Geleneksel (ortodoks) düşünceye göre, Mesih, Davud'un soyundandır. Kudüs'te hükmedecek ve Tapınak'ı yeniden inşa edecektir. Çoğu ortodoks haham, ilk başta Siyonizme karşı çıkmış, bu akımın tanrısal olan kurtuluş yerine tümüyle insan yapımı bir kurtuluş öngördüğünü öne sürmüştü. Fakat, İsrail Devleti'nin kurulmasıyla birlikte, ortodoksinin genel görüşü, İsrail'in 'Mesih'in gelişinin başlangıcı' olduğu şekline dönüştü: Yani Tanrı'nın yönlendirmesi ile insanların kurdukları yapı, Tanrı'nın doğrudan müdahalesi ile gerçekleşecek olan Mesihi dönemin hazırlayıcısı olacaktı. Ortodoks hahamlar arasında, çağımızdaki olayları Mesih'in gelişinin ışığında değerlendirme yöntemi de çok yaygındır. Öyle ki, M. Kasher, Eski Ahit'teki 'Ve ay kızaracak ve güneş utanacak; çünkü orduların Rabbi Siyon dağında ve Yeruşalayim'de (Kudüs) krallık edecek; onun ihtiyarları karşısında da izzet!' 13 ayetinde yer alan kehanetteki ayın inişini, İsrail Devletinin kurulması olarak yorumlamıştır.14
Üstteki alıntıdan da anlaşıldığı gibi Yahudilere göre, İsrail Devleti'nin kurulması ile birlikte Mesih'in gelişinin ön şartları hazırlanmış olmaktadır. Bu inanca göre, "insani" çabayla başlayan bu süreç, "ilahi" bir gelişme olan Mesih'in gelişi ile devam edecektir. Ancak bu "mutlu son"a varılabilmesi için Yahudilerce Mesih'in gelişinden önce yapılması gereken ve Mesih'e ortam hazırlayacak olan üç misyon vardır. The Universal Jewish Encyclopedia bu misyonları şöyle anlatır:
Siyasi Siyonizmin ortaya çıkması ile birlikte Haham Hirsch Kalischer tarafından geliştirilen teori diğer hahamlarca da kabul gördü. Buna göre, Mesih'in dönüş süreci, doğal olaylarla başlayacaktı: Yahudilerin Filistin'e yerleşme isteği ve diğer milletlerin gönüllü olarak bu işe yardım etmesi ile. Mesih'in ortaya çıkışı ve vaadedilen mucizelerin gerçekleşmesi için gereken şartlarsa şunlardı: Kutsal Topraklar'da büyük ve yeter sayıda Yahudinin yerleşip devlet kurulması, Kudüs'ün ele geçirilmesi ve Tapınak'ın yeniden inşa edilmesi.15
Bu üç şartın birincisi olan Kutsal Topraklar'daki Yahudi nüfusunun arttırılması, Siyonist hareketin önderleri tarafından bu yüzyılın başından beri uygulanmaktadır. Devlet ise 1948'de kuruldu. İkinci şart, yani Kudüs'ün ele geçirilmesi, 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda yerine getirildi. 1980'de Kudüs "İsrail'in ebedi başkenti" ilan edildi...
Dolayısıyla, Mesih'in gelişini sağlayacak misyonlardan geriye bir tek Tapınak'ın yeniden inşa edilmesi kaldı. 19 yüzyıldır yıkık olan ve sadece tek duvarı ayakta kalan Tapınak, ilk bozgun döneminin ardından gelen yıkılışın anısına, Yahudiler tarafından Ağlama Duvarı'na dönüştürülmüş olan Süleyman Tapınağı.
"Peki Tapınak'ı inşa etmek zor birşey midir?" sorusu akla gelebilir hemen. Öyle ya, İsrailliler için bir Tapınak inşa etmenin zorluğu nedir? Zorluk, Tapınak'ın inşa edilmesinde değildir. Eski Tapınak'ın bulunduğu alan üzerinde bugün iki İslam mabedi durmaktadır: Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra. Tapınak'ın yapılabilmesi için bu iki mabedin de yıkılması gerekmektedir. Pürüz dünya Müslümanlarıdır. Onlar, varoldukları sürece, İsraillilerin bu iki mescidi yıkmalarına izin vermemektedirler...
Tüm bu incelediğimiz bilgilerden, Kuran'da anlatılan "İsrailoğulları'nın ikinci yükselişi" olayının içinde bulunduğumuz çağa baktığı anlaşılıyor. Yahudiler 19 yüzyıl süren sürgünün ardından Kutsal Topraklar'a dönmüş, "Mesih'in ayak sesleri"ni dinliyorlar. 19 yüzyıldır ilk kez bu kadar "yükselebilmiş" durumdalar. Dünya üzerinde, ünlü lobileri sayesinde ne denli etkin oldukları biliniyor. Ortadoğu'da uyguladıkları şiddet, Balkanlar'dan Filipinler'e kadar uzanan coğrafyada anti-İslam hareketlere verdikleri destek ya da Latin Amerika'dan Afrika'ya Üçüncü Dünya'da faşizme yaptıkları yardımlar, "bozgunculuk" çıkardıklarının açık birer göstergesidir. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde sözkonusu bozgunculuğu ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğiz.
Peki günümüze denk düştüğü anlaşılan bu "yükseliş"in, Yeni Dünya Düzeni kavramı ile ilgisi nedir? Yeni Dünya Düzeni, bu "yükselişle" ne kadar ilgili, hatta ne kadar paraleldir?
Kitap boyunca bu sorunun cevabını inceleyeceğiz.
Kabala, Sefirot ve Tarihle Oynama Sanatı
Kuran'da anlatılan "ikinci yükseliş"in, Yahudi literatüründe yer alan Mesih'in dünyaya gelişi projesinin karşılığı olduğunu inceledik. Burada, Yahudi literatüründe bu inançla yakından ilgili olan bir başka konu kendiliğinden gündeme geliyor: Kabala.
Kabala, İbranice'de "Gelenek" anlamına gelir. Yahudi ruhbanlarının, asırlardır birbirlerine aktardıkları ve Kutsal Kitap'ın "gizli anlamları" ile ilgilenen bir tür okültizm ve mistisizm yöntemidir. İsrailli tarihçi Moshe Sevilla-Sharon Kabala'yla ilgili olarak şunları yazar:
Ortaçağ'ın zulüm rejimleri baskılarını arttırdıkça, birçok Yahudi gerçek yaşamdan elini eteğini çekmeye ve kendilerini, evrenin büyük sırları hakkında spekülasyonlara vermeye başladılar... Bu dönemde yazılan Yaradılış Kitabı (Sefer ha Yetsira), Yahudi mistik düşüncesinin büyük eseri olan Kabala'nın başlıca kaynaklarından oldu...Bu mistik patlama İspanya'da meydana geldi ve gizli, esrarlı 'bilimlere' merak saran mistiklerin itişiyle durmadan genişledi. Mistik isyanın başlıca eseri Zohar Kitabı oldu. Bu eser Rabbi Şimon Bar Yohay'a atfedilmekle birlikte, büyük bir ihtimalle, XIII. yüzyılın İspanyalı bilginlerinden Moşe de Leon tarafından yazıldı. Tevrat'ın ilk beş kitabının ve diğer bölümlerinin mistik bir yorumu olan Zohar, Tora'da bulunan ve 'herkesin anlamadığı' birtakım gizli kavramları açıklama amacını güttü...16
Aslında ilk kez Babil'de gelişmesine rağmen Ortaçağ'daki diaspora döneminde daha da güçlenen Kabala'nın en önemli özelliği ise, Mesih inancıyla yakından ilişkili olmasıydı. Sevilla-Sharon şöyle diyor:
... Kabala edebiyatının gelişmesi, Mesih'in geleceği inancıyla yakından ilişkilidir. Bilindiği üzere, bu inanca göre, Mesih Büyük Kurtarıcı geldiğinde İsrail ulusu sürgünden kurtulacak, İsrail devleti yeniden kurulacaktır... Hıristiyan çevrenin baskıları karşısında da Yahudiler, Kabala'nın karanlık ve esrarlı felsefesi dışında sığınacak yer bulamamışlardı. Yahudi bilginlerin o zamanki yaklaşımına göre, ulusun nasıl izah edileceği bile bilinmeyen bu kötü kaderi, ancak 'gizli bilimlerin' yardımıyla aşılabilirdi.17
>"Ulusun kötü kaderini 'gizli bilimlerin' yardımıyla aşmak"... İşte Ortaçağ Avrupası'ndaki Kabalacı hahamların amacı buydu. "Kötü kaderin" aşılması, Mesih'in dünyaya gelişi anlamını taşıyordu. Kabala'nın asıl amacı, işte bu büyük rüyayı gerçekleştirmekti. The Universal Jewish Encyclopedia şöyle yazar: "Pratik Kabala'nın temel amacı Mesihin dünyaya gelişini sağlamaktır. Kabala'ya göre, bu amaca ulaşmak için, kişisel yoğunlaşma, derin dua-konsantrasyon ve çile egzersizleri ile çalışılmalıdır..." 18
Ortaçağ Avrupası'nın Yahudiler üzerinde oluşturduğu baskı ve kısıtlamalar, Mesih'in gelişi konusunun tümüyle Kabalistik bir faaliyet haline gelmesiyle sonuçlandı. Öyle ki, Yahudilerin İsrail'e yeniden dönebilmeleri için asırlardır sürdürülen "tikkun" duası da, Ortaçağ'la birlikte Kabala'yla özdeşleşti. Tikkun, son derece sapkın bir Allah inancı içeriyor, Yahudileri İsrail'den sürdüğü ve kendi Tapınak'ını yıktığı için kendi kendine isyan eden Yehova'dan söz ediyordu:
Tikkun Hazot: (İbranice geceyarısı duası) Tapınak'ın yıkılışının anısına ve İsrail topraklarına geri dönüş için özellikle tam gece yarısı yapılan dua. Bu gelenek, hahamların Tanrı'nın da benzer şekilde Tapınak'ın yıkılışını nedeniyle yas tuttuğunu kabul etmesiyle başladı... Hahamların söylediğine göre, Tanrı, geceyarısı 'oturuyor ve bir aslan gibi kükrüyor' ve şöyle diyordu: 'Çocuklarıma öfkeyle doluyum, onların günahları yüzünden kendi Tapınak'ımı yıktım ve onları diğer milletlerin arasına dağıttım.' Isaac Luria döneminde bu gelenek, Kabalistik çalışmalarla iyice özdeşleşti ve kurallaştırıldı.19
Kısacası Kabalacılar'ın amacı "Mesih'i dünyaya döndürmek"ti. Bunun için çeşitli "gizli bilim"lerden yararlanılmalıydı. Kabala, bu gizli bilimlerin yöntemini açıklayan ama yalnızca "anlayanlara" açıklayan bir Gelenek'ti.
"Gizli bilimlerle uğraşmak, bunun için yoğun ayin ve trans yöntemleri kullanmak..."; bu tanımın bir diğer ifadesi büyü yapmaktır. Acaba Kabala büyü sanatı mıdır?
Bu sorunun cevabını ararken, Yahudilerle ilgili önemli bir Kuran ayetiyle karşılaşırız. Kuran'da, Yahudilere, Babil'delerken, özel bir "büyü ilmi" öğretildiği, fakat Yahudilerin bunu "hayır" değil, "şer" yolda kullandıkları bildirilir:
Ve onlar (Yahudiler), Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi; ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: 'Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme' demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)
Ayet, Yahudilerin Hz. Süleyman'ın saltanatını büyü yolu ile kurduğunu iddia ettiklerini, oysa Hz. Süleyman'ın böyle bir şey yapmadığını bildiriyor. Bunun ardından, Babil'deki iki meleğin Yahudilere büyü ile ilgili bazı şeyler öğrettiklerini ama bunu inkar için kullanmamaları gerektiğini söylediklerini anlatıyor. Buna rağmen, Yahudilerin bu ilmi kötülük yolunda kullanmaya başladıklarını ve tümüyle bu işle ilgilendiklerini haber veriyor.
Bundan çıkan sonuç şudur: Babil'de, Yahudilere büyü (bu büyünün içeriği tam belli değildir, cinleri kullanmak ya da benzeri bir şey olabilir) ile ilgili bazı gizli bilgiler verilmiş, fakat onlar bunu Allah'a başkaldırmak ve insanlara zarar vermek yolunda kullanmışlardır.
Bu ilmin Babil'de verilmiş olması ise çok ilginçtir: Çünkü Babil, Kabala'nın da çıkış yeridir. Aslında Kabalistler, Kabala geleneğinin tarihin başından beri sürdüğünü iddia ederler; ancak Kabala'nın ilk yazımı sürgün döneminde Babil'de yaşayan Simeon Ben Yohai tarafından gerçekleştirilmiştir. Diaspora döneminin başlaması ve Yahudi merkezinin doğudan batıya kaymasıyla birlikte, Kabala'nın merkezi de değişmiş, Kabalistik çalışmalar Babil'den İspanya'ya ve diğer Avrupa merkezlerine kaymıştır.20
İspanya'da ise Kabala geleneğine yeni bir boyut daha eklendi. Burada, 13. yüzyılda yazılan ve Kabala'nın en önemli kitabı haline gelen Sefer ha-Zohar doğdu. Zohar'la birlikte de Sefirot kavramı.
Sefirot, aslında bir tür şemaydı. Kabalacılar, Sefirot'un Tanrı Yehova'nın "yansıma şekli" olduğuna inandılar. Bu mistik doktrine göre, bütün herşey Sefirot'a göre yaratılıyordu. İnsanın ruhundan, evrenin yapısına kadar herşey Sefirot şemasıyla uyumluydu. Tüm varlıklar Sefirot'a göre konumlanıyor, Sefirot'a göre işliyordu.
Ve Kabalacılar, bu noktadan hareketle çok ilginç bir sonuca vardılar. Dünyadaki olaylar, yani tarih de Sefirot'a uygun olarak gelişiyordu!... Yahudi yazar Eli Barnavi şöyle yazıyor:
Kabala, Ortaçağ'daki ilk ortaya çıkışını 12. yüzyılda Güney Fransa'daki Provins'te yaptı. Bununla birlikte, asıl doruk noktasına 13. yüzyılda, Sefer ha-Zohar'ın yazımıyla birlikte, İspanya'da ulaştı... Burada geliştirilen Kabala teorisine göre, Kutsallık, kendisini, Tanrı ve yaratılış arasındaki ilişkiyi açıklayan on Sefirot ile açıklıyordu. Bu Sefirotlar, Tanrısal aklı temsil ettiklerine göre, bütün varlıklar da bunlara göre konumlandırılabilirdi. Bu durumda insan, bazı belirli ritüelleri uygulayarak, bu Sefirotları etkileyebilir ve dolayısıyla dünyanın gelişimine yön verebilirdi. Bu Sefirot teorisi, İspanya'daki Kabalacı öğretinin temel noktası haline geldi.21
"Bazı belirli ritüelleri (ayinleri) uygulayarak Sefirot'u etkilemek ve böylece tarihe yön vermek", bu teori İspanya Kabalacıları'nı çok etkiledi: Düşündüler ki, bu ilginç yöntemle Kabala'nın temel amacına ulaşılabilir, yani Mesih'in gelişi için gerekli şartlar da yerine getirilebilirdi.
Kısa zamanda sözkonusu "Mesih'in gelişini hızlandırma" yöntemi, Kabalacılar'ın temel uğraşısı oldu. Bu tehlikeli ve karanlık yola giren hahamların başına bazen kötü şeyler de geliyordu. Amerikalı Yahudi yazar Edward Hoffman, Amerika'daki ortodoks Yahudi mezhebi Lubaviç'i konu edinen kitabında ilginç bir olay aktarıyor:
Mesih beklentileri, özellikle Mesih'in gelişini çeşitli ritüellerle hızlandırmaya çalışan haham sınıfında çok güçlüydü. Bize ulaşan bilgilere göre, cezbe ve transa geçen bazı hahamlar, yatağa şafak sökmeden Mesih'in geleceği inancıyla gidiyorlardı. Çeşitli kaynaklarda, bazı hahamların sinagogta, halkın önünde Mesih'in gelişini bu kadar uzattığı için Tanrı'ya meydan okudukları anlatılır... 1814 Sonbaharı'nda, üç ünlü haham, bazı yöntemlerle Mesih'in gelişini 'zorlamaya' çalıştılar. Haham Lubliner, Haham Rimanover ve Haham Medzybozer, biraraya gelip bir grup oluşturarak, kutsal gelişi zorlamaya karar verdiler. Ne yaptıkları ile ilgili detaylı bilgi tarih kitaplarında yer almıyor. Tek bilinen, her üç hahamın da aynı yıl içinde öldüğüdür.22

Modern çağa ait bir Kabala çalışması, Diagramın ortasında yer alan şema ise Kabala'nın en can alıcı tasarımı: Sefirot.
Sefirot sayesinde ve çeşitli metafizik ritüelleri uygulayarak maddesel dünyayı etkilemek, İspanya'dan başlayarak tüm Kabalacıların en büyük uğraşısı haline geldi. Ortaçağ ve okültizm uzmanı ünlü İtalyan romancı Umberto Eco, bu inancı Foucault Sarkacı adlı romanında bir Yahudinin ağzından şöyle aktarıyor:
Haham Meir, haham Akiba'dan ders alırken, mürekkebe zaçyağı katıyormuş, ama hocası hiç ses çıkarmıyormuş. Haham Meir, Haham İsmail'e, doğru mu yapıyorum, diye sorunca, o da şöyle demiş: 'Sevgili oğlum işinde dikkatli ol, çünkü kutsal bir iştir bu iş; bir harf atlarsan ya da bir harf fazla yazarsan tüm dünyayı yok edersin'... Kitap'ın harflerini yeniden düzenlemek, dünyayı yeniden düzenlemek demektir.. Kitap'ın harflerini yeniden düzenlemek için de çok dindar olmak gerekir... Her kitap, Tanrı (Yehova)nın adıyla dokunmuştur... Tevrat'la uğraşan kimse, dünyayı devinim içinde tutar; okurken, yeniden yazarken, kendi bedenini de devinim içinde tutar, çünkü bedenin dünyada dengi bulunmayan hiçbir parçası yoktur.. Kitap'ı değiştirirsen, dünyayı da değiştirirsin; dünyayı değiştirirsen bedenini de değiştirirsin.23
Tüm bu aktardıklarımız elbette bir ölçüde fantastik olaylardır. Kabalacı Yahudiler Sefirotla uğraşıp çeşitli büyüler yaparak dünyayı değiştirdiklerine inanıyor olabilirler ama bu kuşkusuz ihtiyatla karşılanması gereken bir iddiadır. Bu konuda göz önünde bulundurulması gereken bir bilgi varsa, o da Allah'ın Kuran'da Babil'de Yahudilere büyü ile ilgili özel bir ilim öğretildiğini haber vermiş olmasıdır. Bu noktadan hareketle, Kabalacı Yahudilerin bu ilmi daha da geliştirerek Sefirot kavramına vardıkları belki iddia edilebilir; ama belirttiğimiz gibi bu oldukça belirsiz bir konudur.
Ama zaten bizim için burada önemli olan, Kabalacıların tarihin akışını değiştirebilecek bir büyü ilmine sahip olup olmadıkları değildir. Önemli olan, Kabalacıların tarihin akışını etkilemek gibi bir niyete, bir hedefe sahip olmalarıdır. Neden, diye sorarsanız somut bir cevap verilebilir: Çünkü, Ortaçağ'ın sonlarında yaşayan Kabalacıların tarihin akışını değiştirerek varmak istedikleri hedefler, bugün büyük ölçüde gerçekleşmiş durumdadır. Önceki sayfalarda değindiğimiz gibi bugün gerçekten de Mesih'in gelişinin ön şartları Yahudiler eliyle gerçekleşmiş, İsrail Devleti "Mesih'in ayak sesleri" olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Madem Kabalacıların hedeflerinin büyük kısmı gerçekleşmiştir, o halde "tarihin akışı" içindeki bu gelişmenin gerçekten Kabalacıların müdahalesi ile mi oluştuğunu merak etme durumundayız.
İki ihtimal vardır: Ya tarih, çok mükemmel bir tesadüf sonucu, Ortaçağ'ın sonlarında İspanya'da yaşayan Kabalacıların amaçlarına çok uygun bir biçimde gelişmiştir. Ya da, sözkonusu Kabalacılar ve onların mirasçıları gerçekten de tarih üzerinde etki oluşturmuşlar ve dünyanın gidişatını kendi lehlerine değiştirmişlerdir.
Bu ihtimallerden hangisinin gerçeğin kendisi olduğunu bulmak içinse, Ortaçağ'ın sonundan bu yana tarihin akışı üzerinde titiz bir inceleme yapmak gerekiyor. Dünyayı Ortaçağ'dan bu yana değiştiren etkenler arasında, acaba Kabalacı Yahudilerin Mesih getirme ve dolayısıyla dünyaya hakim olma hesapları da var mıdır?
Elbette Kabalacıların dünyayı nasıl etkilemiş olabileceklerini bulmak için, bu mistik Yahudilerin büyü ayinlerini keşfe çıkacak değiliz. Çünkü Kabalacıların hedeflerine varmak için metafizik yöntemlerin yanında normal yöntemler (yani her türlü politik, ekonomik, sosyal, psikolojik, vs. girişim) de kullanılabilir. Kabalacıların metafizik dünyaları bizi fazla ilgilendirmemektedir ama normal dediğimiz yöntemlerle bir şeyler gerçekleştirmiş olabilirler ve bunu keşfetmek de son derece ilginç olacaktır.
Ortaçağ'ın Kristof Kolomb'un 1492'deki Yeni Dünya keşfi ile sona erdiği kabul edilir. O zamandan şimdiye 5 asır geçmiştir. Eğer gerçekten de bu 500 yıl içinde Kabalacılar tarihin akışı içinde etkili olmuşlar ve kurulu dünya sistemini kendi Mesih hesapları ve dünya egemenliği planları için değiştirebilmişlerse, karşımızda çok ilginç bir düzen, 500 yıllık bir düzen duruyor demektir.
Bu kitap, işte bu 500 yıllık düzeni keşfetmek ve bu noktadan hareketle de geleceği kestirebilmek için yazılmıştır.
Mesih'in Anahtarı: Süleyman Tapınağı
Bu 500 yıllık dönemin biraz karmaşık ama son derece ilginç ve şaşırtıcı öyküsüne girmeden önce, son olarak konuyla ilgili çok önemli bir noktayı daha gözden geçirmek gerekir: Yahudilerin ve Yahudilik'ten etkilenmiş örgütlerin hep dönüp-dolaşıp konuyu getirdikleri yeri, Kudüs'teki Süleyman Tapınağı'nı...
Önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, 19 yüzyıldır yıkık olan Kudüs'teki Süleyman Tapınağı, Yahudiler ve sahip oldukları Mesih inancı açısından büyük önem taşır. Tapınak'ı yeniden inşa etmek, asırlardır Yahudilerin en büyük rüyası durumundadır. Tapınak, Yahudi halkının sembolü ve sahip olduğu sözde üstünlük ve egemenliğin işareti olarak yorumlanmaktadır. Kutsal mekanın ayakta kalan tek duvarının Ağlama Duvarı'na dönüştürülmüş olması da, Yahudilerin bu mabedin yıkık olmasından dolayı duydukları hüznün ifadesidir.
Tapınak'ın önemi yalnızca Yahudiler için geçerli değildir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz gibi, Tapınak'ı inanç ve felsefelerinin merkezine yerleştirmiş olan başka güçler de vardır. Haçlı Seferleri sonucunda Kudüs'te kurulan Tapınak Şövalyeleri (Templar Knights) ve onların devamı niteliğindeki masonlar da Kudüs Tapınağı'na büyük önem verirler. Öyle ki, masonluğun temeli olan Hiram efsanesi, Tapınak'ın inşası sırasında gelişen bir olaya dayanır. Buna göre Tapınak'ın yapımını üstlenmiş olan duvarcı ustası Hiram Abiff, bazı kıskanç öğrencilerince öldürülmüştür. Masonlar, Tapınak'ın inşasını üstlenmiş olan Hiram Usta'nın geleneğini devam ettirdiklerini söylerler. Ve aynı Yahudi inanışındaki gibi mason düşüncesinde de Tapınak'ın yeniden inşası hedefi yer alır. Bu insanlar için Tapınak dünya üzerindeki en önemli şey konumundadır.
Peki acaba bu insanları Tapınak'la bu denli ilgilenmeye yönelten şey nedir? Neden bir halkın tarihteki en büyük hedefi bu mabedi yeniden inşa etmektir? Nasıl olur da tüm dünyada elit kesimden milyonlarca üyesi olan masonluk, asırlar önce yapılmış ve yine asırlar önce yıkılmış bir tapınaktan bu denli etkilenebilir?... Anlaşılıyor ki, bu güçler için Tapınak, yalnızca taştan-topraktan oluşmuş bir bina değildir. Başka anlamları vardır... Acaba nedir bu anlam? Nedir Tapınak'ı yeniden inşa etmekle ulaşmak istedikleri sonuç?...
Bu soruların cevabını bulmak için Tapınak'ın neyi sembolize ettiğine bakmak gerekiyor. Tapınak, Hz. Davud'un oğlu olan Hz. Süleyman tarafından inşa edilmişti. Bilindiği gibi Hz. Süleyman, yaşadığı dönemde çok büyük bir güce ve mülke ulaşmış bir peygamberdi. O zamanın standartlarına göre bir tür "dünya egemenliği" elde etmişti. Ulaşabildiği diğer tüm din ve toplumlar, onun egemenliğini kabul etmişti.
Dolayısıyla Tapınak, Hz. Süleyman'a verilmiş olan bu büyük güç, iktidar ve mülkü sembolize etmektedir. Ve en önemlisi, bunlar sıradan güçler değildir. Kuran'da Hz. Süleyman'a olağanüstü bazı "ilimler" verildiği belirtilir ve onun rüzgarları kontrol etme gücüne sahip olduğu, hatta "madde nakli" olarak tanımlanabilecek bazı işlemler gerçekleştirdiği, cinleri yönettiği ve kullandığı haber verilir. (Sebe Suresi, 12-14 ve Neml Suresi, 15-44)
Mesih'in gelişiyle birlikte "dünyaya egemen olma" hesapları yapan Yahudi önde gelenlerinin Tapınak'la bu denli ilgilenmeleri de, Tapınak'ın sembolize ettiği Hz. Süleyman'ın mülk ve iktidarı nedeniyle olmalıdır. Bekledikleri Mesih, inançlarına göre, Hz. Süleyman'ın soyundan olacağına ve yeniden inşa edilecek olan Tapınak'tan dünyayı yönetecek olduğuna göre, Mesih'le birlikte aynı Hz. Süleyman dönemindeki gibi bir hakimiyet ve güç elde etmek istiyorlar demektir. Aynı güç beklentisi, Tapınak'ı felsefelerinin merkezine yerleştiren diğer güçler (Tapınak Şövalyeleri, masonlar vb.) için de geçerlidir.

Süleyman Tapınağı’nı yeniden inşa etmek, hem Yahudilerin hem de Yahudilikten etkilenmiş örgütlenmenin başlıca hedefidir. Yahudiler, Hz. Süleyman’ı peygamber değil “kral” olarak kabul ettiklerinden, Tapınak’tan “King Solmon’s Temple” diye (Kral Süleyman’ın Tapınağı) söz ederler.

Yanda, masonik bir kaynaktan alınmış olan Tapınak’ın detaylı bir planı yer alıyor.
Bu anlatılanlardan, belki Yahudilerin bu tür bir beklenti içinde olması doğal karşılanabilir. Öyle ya, Yahudiler eski bir peygamber dönemindeki yönetimlerine yeniden kavuşmak istiyorlar, denebilir. Ama gerçek böyle değildir...
Çünkü bu aşamada Kuran'da dikkat çekilen çok önemli bir noktayı göz önünde bulundurmak gerekiyor: Hz. Süleyman bir peygamberdir ve elde ettiği güç ve iktidar da "rahmani"dir. Yani güç ve iktidarını Allah yolunda, Allah için, doğruluk ve iyilik yönünde kullanmıştır. Oysa Yahudilerin Hz. Süleyman'a yönelik bakış açıları çok farklıdır. Kuran'da işte bu noktaya dikkat çekilir. Yahudiler, Süleyman hakkında "şeytanların söylediklerine" uymuşlardır: "Ve onlar (Yahudiler), Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi; ancak şeytanlar inkâr etti..." (Bakara Suresi, 102)
Bu ayetten anlaşıldığına göre Yahudilerin kendi zihinlerinde oluşturdukları Hz. Süleyman imajı, gerçek Hz. Süleyman'ın tamamen zıttıdır. Dolayısıyla Süleyman Tapınağı da, Yahudiler ve onlarla aynı bakış açısına sahip olanlar için, "rahmani" değil, Kuran'ın deyimiyle "şeytani" gücün sembolüdür.
Hz. Süleyman, yaşadığı dönemde imanı temsil etmişti. Yenilgiye uğrattığı ordular, Allah'a ve O'nun dinine düşman olan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ordulardı. Kurduğu düzen ise tüm insanlar için adalet düzeni olmuştu. Herhangi bir ırkı kayırmamış, bir ırkın peygamberi olmamıştı. Krallığı "rahma-ni"ydi. Oysa Yahudiler Hz. Süleyman'ı peygamber olarak kabul etmezler. Onu, Yahudi ırkının egemenliğini kurmuş olan bir "kral" olarak kabul ederler. Yöntem olarak da, üstteki ayette bildirildiği gibi "büyü"yü kullandığını öne sürerler. Dolayısıyla ona "inkar" atfederler, mülkünü "şeytani" bir biçimde elde ettiğine inanırlar.
Bakara 102'yi tefsir eden İslam alimleri bu konuya dikkat çekmişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır, Hz. Süleyman hakkında yapılan bu iftirayı anlatır ve Kuran'da sözü edilen "şeytan"ların " ... ey insanlar, bilmiş olunuz ki, Davud oğul Süleyman, bir sihirbazdı. Cinleri ve şeytanları, rüzgarları hep sihriyle emri altına alırdı. O neye ulaştı ise sihir ilmiyle ulaştı" dediğini bildiriyor. Ayrıca bu iftiranın Yahudilerce kabul görmesinin ardından, Yahudilerin de aynı gücü elde etmek için büyüyle yoğun biçimde ilgilenmeye başladıklarını yazıyor. (Kabala, işte bu büyünün yöntemidir). Bir başka kaynakta, Safvetü't-Tefasir'de bildirildiğine göre ise, Peygamberimiz Yahudilere Hz. Süleyman'ın da bir peygamber olduğunu söylediğinde, Yahudiler şaşırarak "O, sadece bir sihirbazdı" demişlerdir.
İşte bu yüzden, Hz. Süleyman'ı büyücü olarak kabul eden ve aynı yöntemle yani Kabala'yı kullanarak aynı iktidarı Mesih önderliğinde yeniden elde etmek isteyen Yahudi önde gelenlerinin umdukları krallık, Kuran'ın deyimiyle "şeytani"dir. Tapınak'ın yeniden inşasıyla başlamasını umdukları Mesihi dönemin, İsra Suresi'nin başında bildirildiğine göre, Allah'a karşı büyük bir isyan ve "yeryüzünde bozgunculuk" dönemi olacak olması da sanırız bundandır...
Kabalacılar, bu "şeytani" krallığı kurmak için Mesih'in gelmesi gerektiğini, Mesih'in gelmesi için de kutsal kaynaklarda yazılı olan kehanetlerin yerine getirilmesi ve bir yandan da dünyanın hedeflenen "Yahudi egemenliği"ne hazırlanması icab ettiğini düşünmüşlerdir. Kehanetleri yerine getirmek ve dünyayı "Yahudi egemenliği"ne hazırlamak ise kuşkusuz son derece detaylı bir iştir ve kapsamlı bir plan gerektirir. Kısaca ifade etmek gerekirse, bir Mesih Planı.
Şimdi, Mesih Planı'nın Süleyman Tapınağı etrafında dönüp-dolaşmış olan 500 yıllık gizli tarihini incelemeye başlayabiliriz.

DÜZEN'İN GİZLİ TARİHİ

I . K I S I M
"Tarih rastgele gelişmez. Gözünden hiçbir şey kaçmayan Dünya Üstadları'nın yapıtıdır tarih.
Doğal olarak, Dünya Üstadları giz aracılığıyla korurlar kendilerini."
Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 202
BİRİNCİ BÖLÜM
1492 VE SONRASI:DÜZEN'İN İLK ADIMLARI

"Beth" ve "he" (Yani "Be ezrat ha Chem" ya da
"Baruch Chem"; "Tanrı (Yehova) kutsaldır")
-Kristof Kolomb'un özel mektuplarından kullandığı monogram

İspanyalı Kabalacılar'ın, "Mesih getirme" planları kurmaya başladığı dönemlerde, İspanya'da çok ilginç şeyler oldu. 1492 yılıyla simgeleşen bu ilginç gelişmeler, tüm dünyayı derinden etkileyecek olan büyük değişimlerin anahtarlarıydı. 1492, Kristof Kolomb'un Amerika'yı "keşfettiği", Sefarad Yahudilerinin İspanya'dan sürüldüğü ve Endülüs'ün son kalıntısı olan Müslüman Granada Devleti'nin yok edildiği yıldı...
Üç olay da önemliydi. Kolomb'un Amerika'yı bulması, beyaz adamın dünyaya yayılması ve sömürgeciliğin başlaması anlamına geliyordu. Ayrıca yepyeni bir kıta, adı üstünde Yeni Dünya keşfedilmişti. Dünya artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Başkan Bush tarafından "ilk Amerikalı" olarak tanımlanan Kolomb'un keşfettiği Yeni Dünya'da doğacak ve gelişecek olan medeniyet, bugün bizim "Yeni Dünya Düzeni" dediğimiz düzenin de kurucusu ve yöneticisi haline gelecekti. Üçüncü Dünya Forumu Afrika Bürosu Şefi Samir Amin, "1492'de başlayarak yaratılan dünya, kapitalist sömürü ve uluslararası eşitsizliğe dayalı bir sistem olarak, beş yüzyıldır ne idiyse öyle kaldı" demişti.
İspanyol Yahudilerinin sürülmesi ise belki o kadar dikkat çekmeyen, ancak çok önemli sonuçlar doğuran bir olaydı. İlerleyen sayfalarda bunu birlikte göreceğiz.
Son olarak, Müslüman Granada Devleti'nin yok edilmesi ve içindeki Müslümanların kılıçtan geçirilmesi son derece büyük ve anlamlı bir gelişmeydi. Avrupa'dan İslam kazınmıştı. Endülüs Emevileri'nin İber Yarımadasında kurdukları büyük medeniyetin son kalıntısı olan Granada, 15. yüzyılda İspanya'yı saran "reqonquista" (yeniden fetih) çılgınlığının ve sonradan daha da ünlenecek bir yöntemin, "etnik temizliğin" kurbanı oldu.
Ancak belirttiğimiz gibi bu olaylar İspanya'da gerçekleşiyordu; yani az önce, "Giriş"te incelediğimiz üzere, başlıca hedefleri "tarihin akışını değiştirmek" olan Kabalacılar'ın en büyük merkezinde... Bu durumda, dünyanın resmi tarihinin yanında bir de gerçek tarihinin olabileceğini düşünerek ve Allah'ın Kuran'da haber verdiği "İsrailoğulları'nın ikinci yükselişi"ni göz önünde bulundurarak, şu soruyu sorabiliriz: Acaba bu olayların, İspanya'daki Kabalacıların kendilerini adadıkları Mesih Planı ile bir ilgisi var mıydı? Bu bölümde bu sorunun son derece ilginç olan cevaplarına göz atacağız. Düzen'in nasıl hazırlandığını görecek ve "ikinci yükseliş"in öyküsünü izleyeceğiz...
Yeni Dünya'nın keşif öyküsü egzotiktir. Kristof Kolomb, 3 Ağustos 1492'de Yahudi takviminde Kudüs'teki Süleyman Tapınağının Romalılar tarafından yıkılışının günü olan Ab ayının 9'undan bir gün sonra beraberindeki üç karavela ile birlikte büyükçe bir kalabalığın toplandığı İspanya'nın Palos limanından yola çıkar. Beraberinde onbeş aylık yiyecek ve altı aylık su vardır. Bilinmeyene doğru yola çıkmaktadır. Keşif heyeti toplam seksen kişiden oluşmaktadır. Amiral sancağı Kolomb'un gemisi olan Santa Maria'ya çekilmiştir. Kolomb seyir defterine şöyle yazar: "3 Ağustos Cuma, buradan itibaren kendi yoluma koyulmam ve Hintlere ulaşana kadar seyredebilmem için rota Alteslerinize ait olan Kanaryalardır... Amacıma ulaşmak için uykuyu unutmam gerekiyor..." İki aydan daha fazla bir sürenin sonunda, 11 Ekim Perşembe günü, Kolomb Yeni Dünya'ya ayak basar. Hint adalarından birisi sandığı bu kara parçasına, San Salvador adını verir. Diz üstü çöker ve dua eder:
Ebedi ve kadiri mutlak Tanrı, yaratıcı sözün enerjisiyle göğü, denizi ve yeri doğuran Tanrı! Adın heryerde kutsansın ve ünlensin! Senin Yüceliğin ve Egemenliğin yüzyıldan yüzyıla ululansın, Kutsal Adının senin hükümranlık alanının şimdiye kadar saklı olan bu yarısında, kölelerinden en sefilinin aracılığıyla tanınmasına ve yayılmasına Sen izin verdin...
Bunlar, Kolomb hakkında bilinen ve resmi olan bilgilerdir. Ama Yeni Dünya'yı gün ışığına çıkararak tarihi derinden etkileyen bu denizcinin bir de resmi tarih dışındaki bir kimliği ve misyonu var. Son olarak "Yeni Dünya Düzeni" adı altında ortaya çıkan Düzen'in gerçek kimliğini ve misyonunu tanımak için, Kolomb'un gerçek kimliğini ve misyonunu da tanımak gerekiyor...
Kristof Kolomb'un Bilinmeyen Öyküsü
Amerika'yı "keşfeden" ve kendisinden 5 yüzyıl sonra ortaya çıkacak olan Yeni Düzen'e bu şekilde bir anlamda "babalık" yapan Kristof Kolomb kimdi acaba? Niçin çok daha önceden bulunmuş olmasına rağmen, asırlar boyu bu kıtayı yeni "keşfetmiş" bir kişi olarak tanındı? Yola çıkarken amacı neydi? Karaya ulaştığında hangi "Tanrı"ya yakarışta bulunmuştu?
Kabala diyarı İspanya'dan Yeni Dünya'ya yolculuk eden bu denizcinin kimliğini araştırdığımızda şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşıyoruz. Çünkü, hakkında sayısız kitap yazılan, filmler çevrilen ve bu "resmi" bilgilerin hemen hepsinde bir Hıristiyan misyoneri olarak tanıtılan Kolomb, aslında bir Yahudi... Yahudi yazar David M. Eichhorn, şöyle diyor: "Aslında ismi Colombus değildi. Genova'da doğmuş bir İtalyan da değildi. Asıl ismi Juan Colon olan ve Pantevedra yakınlarında doğmuş olan bir İspanyol Yahudisiydi." 1



Kolomb ne bir misyoner, ne de bir maceracıydı. Yeni Dünya’nın kaşifi, gerçekte bir Yahudi... İşte Kolomb’un gerçek kimliğini açığa vuran iki şifre: Yanda, İmzasında yer alan İbranice “bet” ve “he” harfleri, yani “Yehova kutsaldır”. Üstte ise, sol eliyle yaptığı ve o dönemde İspanya’daki Yahudi dönmelerinin (konversorlar) birbirlerini tanımak için kullandıkları işaret.
Türk Yahudi cemaatince yayınlanan Şalom gazetesinde ise, Dalia Sayah'ın yazdığı "Kristof Kolomb gerçekten Yahudi miydi?" başlıklı bir araştırma yayınlanmıştı. Yazı bazı ilginç bilgiler veriyordu:
... Fakat asıl önemlisi Kolomb'un ailesine yazdığı bütün mektupların sol üst köşesinde göze çarpan ilginç bir monogramdır.Yarım yüzyıl önce Maurice David'in çözdüğü bu monogramın bir Yahudi'nin kaleminden çıkan her türlü yazının başında bulunması gereken iki harften: 'bet've'he'den oluştuğu bugün biliniyor." (Beth ve he: yani Be ezrat ha Chem ya da Baruch Chem, Tanrı (Yehova) kutsaldır...) O'nun bir Marrano (Yahudi dönmesi) olduğu iddiasını kanıtlayan başka bir nokta ise tablolarında sol elini belli bir şekilde tutmasıdır. Bu Marranoların birbirlerini tanımak için kullandıkları gizli bir işaretti... Kristof Kolomb... Artık bu büyük kaşifin gerçek kimliğinin ortaya çıkmasının zamanı geldi. Sefarad Kristof Kolomb! Onu artık tanımlayabiliriz bile: Amerika'daki kuzenimizdi O!2
Şalom, bir başka sayısında ise; Sarah Leibovici'nin yazdığı Christophe Colomb Juif, Marieanne Mahn Lott 'un yazdığı Portrait Historique de Christophe Colomb ve M. Kayserling'in kaleme aldığı The Participation of the Jews in the Spanish and Porteguese Discoveries adlı kitapları kaynak göstererek, Kolomb hakkında şu bilgileri veriyor:
Kolomb Yahudi miydi? Bugün artık bu kesinleşmiştir. İşte tartışma götürmez bir kanıt: Günah çıkardığı rahip Hernando de Talavera'nın, Kraliçe İsabella'ya Kolomb'un yola çıkışından bir kaç gün önce yolladığı mektup. Talavera, Kraliçe'ye bu 'şeytandan esinlenen yabancının böylesi çılgın bir serüvene atılmasına izin vermemesi' için yalvarmaktadır. Şöyle devam eder rahip: 'Eğer kutsal Ruh evlatlarının dış denizlere açılmasını isteseydi, bunu yapmaları için, kökenleri meçhul bir yabancının gelişini bekler miydi hiç?' Rahibin antisemit duyguları bu satırlarda pek belirgin değilse de daha ileride iyice ortaya çıkar: 'Rahip Jean'ın gördüğü düşü tam olarak anlayamadım; Kolomb'un nefret edilesi gezisi sonucunda, nasıl olur da kutsal topraklar Yahudilerin eline geçebilir? Rahip Jean, bana, düşünde Aziz Jean Baptiste'i gördüğünü ve kendisine Kolomb'un yolculuğunun Yahudiler için çok bereketli olacağını, İsa'nın mezarını ele geçireceklerini açıkladığını söyledi.' ... Günümüzde Simon Wiesenthal'ın La voile de L'espoir (Umut Yelkeni) ve Sarah Lerbovici'nin 'Kristof Kolomb Yahudiydi' kitaplarında savundukları tezi çoğu tarihçi onaylamaktadır: Amerika'yı keşfeden bir 'konverso'dur (Yahudi dönmesi)... Peki kimdir Kolomb ile birlikte yola çıkanlar?... Engizisyondan kaçan Yahudiler mi?... Tarih bize hala bu sırrı açıklamamıştır. Tek bilinen şey Kolomb'un gemilerinde rahip bulunmadığı, Arapça ve İbranice tercümanların yer aldığıdır.3
Kolomb'un imzasındaki Yahudi sembolleri, Yahudi tarihçi Lee M. Friedman tarafından da vurgulanır. Buna göre, Kolomb'un imzasının içinde "kusursuz bir üçgen", yani "Yahudiler için kutsal olan ve sinagoglarla mezarlıklarda sıkça kullandıkları bir figür" bulunmaktadır.4
Kolomb'un ailesi Barselona'dan gelme Katalan kökenli Yahudilerdendi. Tarihçiler Genova'da yaşayıp İspanyolca konuşan Kolomb ailesinin Yahudi olduğunu bildiriyorlar. Fransız Ça M'İnteresse dergisi de, Ekim 1991 sayısında, Kolomb'un Katalanya kökenli, sürülmüş ve Genova'ya sığınmış bir gizli-Yahudi (konverso) olduğunu vurgulamıştı. Yahudi tarihçi M. Kayserling ise, Kolomb'un eşi Beatrice Enriquez'in de Yahudi olduğunu bildirir.5
Kuşkusuz Kolomb'un köken olarak Yahudi olması tek başına fazla bir şey ifade etmemektedir. Önemli olan, Kolomb'un bu saklı kimliğinin çıktığı yolculukta bir rolü olup olmadığıdır. Bu soruya cevap olacak bazı bilgileri yine Şalom veriyor:
Ünlü bir İspanyol 'Kolomb uzmanı' olan Consuelo Varela'ya göre: 'Kolomb Eski Ahit'i neredeyse ezbere bilirdi. Aynı sosyal sınıfa mensup bir Katolik için böyle bir şey sözkonusu olamazdı. Üstelik ünlü gemicinin en büyük düşü Kudüs Tapınağı'nı yeniden inşa etmekti. Oysa Katolik kilisesine göre, İsa Yahudileri lanetlemişti, Tapınak bir daha asla inşa edilemeyecekti. Bugün Kristof Kolomb'un Yahudiliği artık tartışma götürmez bir olgudur.6
Kolomb'un Muharref Tevrat'ı ezbere bilecek kadar dindar bir Yahudi olmasının yanında, kendine hedef olarak da Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşasını seçmiş olması ilginç değil mi? Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşasının Kabalacılar'ca Mesih'in gelişinin en önemli şartı olarak kabul edildiğini (bkz, "Giriş") ve Kabalacılar'ın merkezinin de Kolomb'un yola çıktığı İspanya olduğunu hatırladığımızda, Yeni Dünya'nın neden keşfedildiği konusunda farklı gerçeklerle karşılaşıyoruz...

Kabalacı Kolomb, Kudüs Tapınağı'nı İnşa Etme Yolunda...
M. Tevrat'ı ezbere bilecek kadar dindar bir Yahudi olan ve en büyük düşü Mesih Planı'nın ve tarihin "anahtarı" sayılan Kudüs'teki Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek olan bu adam, hayatının en önemli kararını verip yola çıkarken macera peşinde koşuyor olabilir miydi? Klasik anlatımlarda sıkça rastlanan para ve şöhret hırsı, bu denli sofu bir Yahudinin böyle bir yolculuğa niçin çıktığını açıklamak için yeterli sayılabilir miydi?
Kuşkusuz hayır... Kolomb'un "kutsal ve Siyonist" amaçları çeşitli Yahudi kaynaklarında vurgulanıyor. David M. Eichhorn, şöyle diyor: "Kolomb, gerçekte Yeni Dünya için ayrılıyordu. Aslında bu Yeni Dünya'nın varlığını önceki Vikingli kaşiflerin araştırmalarından biliyordu. Esas gizli amacı, güçlü Yahudi dostları için bir yer bulmaktı." 7
Amerikan The New Republic dergisinin yazdığına göre, Yahudi tarihçi Simon Wiesenthal da Kolomb'un İspanya'dan sürülen Yahudilere yeni bir yurt bulmak için yola çıktığına inanır. Buna göre Kolomb'un amaçlarının başında Osmanlı (yani İslam) karşıtı bir cephe oluşturma ve Kudüs'teki Kutsal Süleyman Tapınağını inşa etmek için "finansman" bulma özlemi geliyordu:
Kolomb'un yolculuğunun amaçları: 1. Hıristiyan Kral Prester John'a ulaşarak Osmanlı'ya karşı ikinci bir cephe açmak. 2. Kutsal yerleri kurtararak, 'Süleyman Tapınağı'nı yeniden inşa etmek... Kolomb'un 1481 yılında tuttuğu günlüğünde Flavius Josephus'dan bölümler var. Josephus'un notları arasında 'Ophir' ülkesinden bahsediliyor. (Altın ülke) Zengin altın yatakları olan bu ülkeden çıkaracağı altın ve elmas ile Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa ettirmeyi düşünüyordu.8
Bütün bunlar, Kolomb'un amaçlarının o dönemde İspanya'da yoğunlaşmış olan Kabalacıların Mesih'i geri getirme planına uygun olduğunu göstermektedir. Kabalacılar'ın "tarihin akışını değiştirme" ve bu sayede de, Mesih'in gelişinin ön şartlarını yerine getirme hedefinin önemli bir uygulaması, anlaşılan Kolomb'un Yeni Dünya seferidir!
İşin daha da ilginç yanı, Kolomb'un kendisinin de bir Kabalacı olmasıdır! Kolomb'un gerçek kimliği ve amacı ile ilgili önemli bir bilgiyi Umberto Eco veriyor. Ortaçağ ve gizli örgütler uzmanı Eco, Kolomb'un bir Kabala uzmanı ve masonların atası konumundaki Tapınakçılar'ın (bkz. 2. bölüm) büyük üstadı olduğunu bildiriyor:
.. Kolomb'un amacı, Kudüs tapınağını yeniden kurmaktı; sürgündeki Tapınakçılar'ın büyük üstadıydı çünkü. Bilindiği gibi bir Portekiz Yahudisi, dolayısıyla da Kabala uzmanıydı; tılsımlara başvurarak fırtınaları dindirdi, iskorbit illetiyle başa çıkabildi...9
Kolomb'un Kabalacı oluşu, yolculuğuna bir de metafizik boyut katmaktadır kuşkusuz. Bunun bazı görünür işaretleri de vardır. "Yahudi Ansiklopedisi" Encyclopaedia Judaica, Kolomb'dan sözederken, onun yola çıkarken ilginç bir Yahudi ritüelini uyguladığını bildiriyor: Kolomb, bütün hazırlıklar tamam olmasına rağmen, yola çıkmak için tam bir gün görünür hiçbir neden olmamasına rağmen beklemişti. Judaica, Kolomb'un yola çıkmaktan uzak durduğu günün, Yahudi takvimine göre Av ayının dokuzu olduğuna dikkat çekiyor. Çünkü Av ayının dokuzu, Süleyman Tapınağı'nın yıkıldığı gündür ve bu gün Yahudiler oruç tutarak Tapınak'ın yıkılışının yasını tutarlar.10
Anlaşılan Kabalacı Kolomb, kutsal yolculuğunun tarihini de, kutsal Yahudi geleneklerine göre belirlemiştir. Mesih Planı'nın anahtarı olan Süleyman Tapınağı ile ilgili geleneklere... Tapınak'ın yıkıldığı günü dini kurallara uygun olarak yas tutarak geçiren Kolomb, ertesi gün Yeni Dünya'ya doğru yola çıkmıştır; Tapınak'ın bir kez daha inşa edilmesi için düzenlenen Mesih Planı'nın ilk adımını atarak...
Kolomb'un yolculuğundaki Kabala kökenli metafizik boyuta işaret eden bir başka gerçek de, Kabala uzmanı denizcinin Amerika'ya ayak bastığı tarihtir. Çünkü, Kolomb'un Yeni Dünya'ya ayak bastığı 12 Ekim 1492 tarihi, Yahudi takviminin bir başka önemli günüdür: 21 Tişri 5253, yani Sukkot'un son günü, Hoshana Rabba.11
Tüm bunlardan, Kolomb'un yolculuğunu Kabala geleneğine göre düzenlediğini ve gerçek amacının da Mesih Planı'ndaki dünya egemenliği özlemi ile bağlantılı olduğunu görüyoruz. Kabalacı kaşifin iki büyük hedefi olduğu ortaya çıkıyor; Yahudiler için iyi bir toprak bulmak ve yeni zenginlikler elde ederek Kabalacılar tarafından Mesih'in yeryüzüne geliş alameti olarak sayılan Süleyman Mabedi'ni inşa için güç sağlamak...
Kolomb'un yolculuğunu kimlerin organize ettiğini, kimlerin bu iş için "lobi" yaptıklarını incelediğimizde ise, yolculuğun sözkonusu kutsal amaçlar için düzenlenmiş organize ve planlı bir hareket olduğu daha da kesinlik kazanıyor.
Kolomb'un Ardındaki Kabalacılar
Kolomb'un yolculuğu bir günde karar verilmiş bir yolculuk değildir. Olamazdı da; çünkü zamanın şartlarında okyanusa açılarak Batı'ya doğru ilerlemek son derece büyük ve riskli bir işti. Kral ve Kraliçe'nin buna izin vermesi, bu iş için kaynak ayırmayı kabul etmesi, uzun ikna ve "lobi" çabalarının sonucunda olmuştu.
Kral ve de özellikle Kraliçe'yi Kabalacı Kolomb'u desteklemeye ikna edenler ise Yahudilerdi. Kolomb'un en büyük destekçileri, üçü de birer "konverso" (görünüşte Hıristiyanlığı kabul etmiş Yahudi) olan Luis de Santagnel, Gabriel Sanchez ve Isaac Abrabanel idi. Kolomb, bunların yanısıra, yine bir Yahudi olan Abraham Ben Samuel Zacuto'nun çizdiği astroloji haritalarından ve onun öğrencisi olan bir başka soydaşının, Joseph Vechinho'nun geliştirdiği astrolojik yön bulma aygıtlarından yararlandı. Bu kişilere tek tek baktığımızda, son derece ilginç gerçeklerle karşılaşıyoruz...
Santagnel, Kral'ın hazineden sorumlu genel müfettişiydi ve Kolomb'u Kral'ın huzuruna çıkaran, sonra da onun lehinde Kral'a telkinlerde bulunan en önemli isim o oldu. Santagnel, ayrıca Kral ve Kraliçe'yi Kolomb'un finansmanı için gerekli parayı kendisinin kolaylıkla bulabileceğini söyleyerek ikna etti. Gerçekten de Kolomb'a hazineden tam 1.140.000 maravedi vererek yolculuğun finansmanını sağladı. Kolomb, yolculuğundaki gelişmelerle ilgili ilk mektubunu da ona yazdı. Gerçekte Yahudi kimliğini koruduğunun en önemli işaretlerinden biri ise nüfuzunu sürekli olarak Yahudilere destek olmak için kullanmasıydı.12
Saraydaki diğer konverso Gabriel Sanchez ise, İspanya'nın iki krallığından biri olan Aragon'un hazine bakanıydı. O da Kolomb'a finansman sağladı. Kolomb'un yolculuğu ile ilgili mektup yolladığı ikinci kişi oydu.13
Isaac Abrabanel ise Kolomb'a yardım edenler içinde gerçekte en önemli kişiydi. Çünkü Kolomb'a önemli para desteği veren Abrabanel, bu teknik yardımının yanısıra olayın metafizik boyutunu ve Mesih Planı'ndaki yerini de hesaplayanların başındaydı. İspanya'daki Yahudi toplumunun önde gelen isimlerinden olan Abrabanel, ünlü Kabalacı hahamlardan Joseph Abraham Hayyun'dan Kabala ve Talmud eğitimi almıştı. Abrabanel, kilit bir isimdi; 1484 yılında Kral ve Kraliçe'nin emrine girmiş ve ülkedeki vergi toplama işini denetlemek üzere tam yetkiyle atanmıştı. Önemli icraatlarından birini, Granada'daki Müslümanlara karşı girişilen savaşı finanse etmekle yaptı. Müslüman katliamı ile noktalanan savaş, Abrabanel tarafından verilen 1.5 milyon altın duka sayesinde kazanılmıştı. Abrabanel, tüm bu politik çalışmaları yaparken, bir yandan da Mesih'in gelişi ile ilgili Kabalistik çalışmalarla ilgileniyordu. Mesih'in gelişinin yakın olduğunu öne süren üç kitap yazdı: Ma'yeni ha-Yeshu'ah, Yeshu'ot Meshiho ve Mashimi'a Yeshu'ah. Bu kitaplarında Mesih ile ilgili kehanetleri inceliyor ve bunlar üzerine yorumlar yapıyordu. Mesih geldiği zaman tüm Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'da yaşayacağını ve Mesih'in tüm diğer milletleri de İsrail'in egemenliği altına alacağını müjdeledi.14
Abraham Ben Samuel Zacuto ise, Kolomb'un yolculuğuna Kabalistik güçler katan bir diğer isimdi. Devrin en önemli astroloji uzmanı olan Zacuto, aynı zamanda da Kabala konusunda uzmanlaşmış bir Yahudiydi. Ortaçağ'ın en büyük Yahudi filozofu ve "Giriş" bölümünde de incelediğimiz gibi, Kabala ve Mesihi çalışmaların büyük uzmanı olan Maimonides'in çalışmalarını ve ünlü Kabala çalışması Sefer ha-Kabbalah'ı incelemişti. Bu ilhamlardan yola çıkarak astroloji ile ilgili Sefer ha-Yuhassin adlı kitabını yazdı. Kolomb, Zacuto'nun astrolojik bulgularından büyük ölçüde yararlanarak denizde yolunu bulmuş, hatta bunlar sayesinde Yeni Dünya'daki yerlilere önceden bir güneş tutulmasını haber vererek onları metafizik güçleri olduğuna inandırmıştı. Zacuto'nun çalışmalarından yararlanan bir başka "kaşif" ise Vasco da Gama oldu. Gama'nın yolculuğunun bir başka ilginç yanı da, gemideki yol göstericilerin, haritacıların ve tercümanlarının çoğunun Yahudi olmasıydı.15
Zacuto, çalışmalarında temel kaynak olarak Zohar ve Aggadah gibi Kabalistik Yahudi geleneklerini kullanıyordu ve en önemlisi yaptıklarını "keşfe" çıkan Yahudi denizcilere destek olması için yapıyordu. Çalışmalarının, hıristiyanlar ile yürüttükleri mücadelede Yahudilere yardımcı olmasını umduğunu yazmıştı. Tüm bunların yanında, doğal olarak Mesihi Kabala çalışmaları da yapıyor, Mesih'in geliş tarihini kestirmeye çalışıyordu.16
Zacuto, çalışmalarında temel kaynak olarak Zohar ve Aggadah gibi Kabalistik Yahudi geleneklerini kullanıyordu ve en önemlisi yaptıklarını "keşfe" çıkan Yahudi denizcilere destek olması için yapıyordu. Çalışmalarının, hıristiyanlar ile yürüttükleri mücadelede Yahudilere yardımcı olmasını umduğunu yazmıştı. Tüm bunların yanında, doğal olarak Mesihi Kabala çalışmaları da yapıyor, Mesih'in geliş tarihini kestirmeye çalışıyordu.17
Zacuto, Kabala'dan aldığı ilhamlarla geliştirdiği astrolojik haritalarla, Kolomb ve Vasco da Gama gibi "kaşif"lerin yolunu açmıştı. Üstte, Zacuto, da Gama'yı yolculuğuna uğurluyor. Kolomb’un yolculuğu SüleymanTapınağı’nı inşa etmek için yeni zenginlikler bulmak ve Yahudiler için “iyi bir yer” keşfetmek amacını taşıyordu.. Dünya kaşifini bu “kutsal” yolculuğa çıkması için destekleyenler ise, tahmin edilebileceği gibi, soydaşları oldu. Kolomb’un yolculuğunu ve Müslüman Granada Devleti’ne açılan savaşı finanse eden Kabalacı Isaac Abrabanel, bu destekçilerin en önemlisiydi.
Bütün bu tablo, Kolomb'un çıktığı yolculuğun arkasında büyük bir "ırk dayanışması" olduğunu göstermektedir. En önemli nokta ise, Kolomb'a destek veren Yahudilerin de, Kolomb gibi birer Kabalacı oluşları. Kolomb'un Abrabanel ve Zacuto gibi destekçilerinin Mesih'in dönüşü üzerinde yoğunlaşmış birer Kabalacı oluşu, Yeni Dünya'ya yapılan yolculuğun Mesih Planı'nın büyük bir aşaması, daha doğrusu ilk adımı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu arada, Kolomb'la birlikte yola çıkan ekipteki Yahudiler de ilgi çekiciydi. Yahudi tarihçi Kayserling konuyu şöyle vurguluyor: "Yahudi olan Luis de Torres, Kolomb ile açılmadan önce 'dönerek' vaftiz edildi. Kolomb ile giden diğer Yahudilerin arasında Alanso De la Calle, Rodrigo Sanchez ve Fizikçi Maestre Bernal vardı." 18
Tüm bu bilgiler bizi açık bir sonuca ulaştırıyor: Kolomb'un tüm yolculuğu Yahudi önde gelenlerince Mesih Planı'na uygun olarak düşünülmüş bir hareketti. Bunun az önce incelediğimiz gibi iki büyük amacı vardı; Süleyman Tapınağı'nı yeniden inşa etmek için güç kazanmak ve Yahudiler için "iyi bir yer" bulmak. Bu iki amacın ilkinin nasıl gerçekleşebileceğini kestirmek güç değil; belli ki Kabalacılar, Yeni Dünya'nın keşfinin Yahudiler için büyük bir fırsat olacağını, burada elde edecekleri güç ve zenginliği ilerde Mesih Planı'nın daha başka aşamaları için kullanacaklarını hesaplıyorlardı.
Ancak ikinci amaçla ilgili olarak akla şu soru geliyor: Yahudiler nereden geliyordu ki, Kolomb onlara "iyi bir yer" bulma hevesine düşmüştü?... Bu sorunun cevabını bulmak için, Kolomb'un yola çıktığı ülkeye, İspanya'ya bir göz atmak gerekiyor...

Mesih İçin Gerekli İlk Kehanet:
'Dünyanın Dört Bir Yanına Dağılmak'...
Kolomb, "Yahudiler için iyi bir yer" aramak ve Yahudi inancına göre Mesih'in gelişinin ve yeryüzü krallığının kuruluşunun alameti sayılan Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme görevine soyunmak için yola çıkmıştı. Bu durumda, Kolomb'un ve onu yollayanların Mesih'in yeryüzüne yeniden dönmesi için büyük bir çaba içinde oldukları, yani Mesih Planı'nı gerçekleştirme üzerinde çalıştıkları belli oluyor. Kolomb'u bu kutsal amaç için, bu denli organize bir hareket içinde yeni bir "yeryüzü cenneti" bulmaya yollayan Kabalacı dostları, kuşkusuz Mesih'in gelişi için gerekli olan diğer şartları da hazırlamaya çalışacaklardı. Mesih'in gelişi kutsal kaynaklarda yazılan bir vaad olduğuna göre, onu "getirmek" de ancak konuyla ilgili kehanetleri yerine getirmekle mümkün olabilirdi.
Yahudi inancına göre bu kehanetlerin başında ise, Yahudilerin tüm dünyaya yayılmış olmaları şartı geliyordu. Encyclopaedia Judaica, bu inancı şöyle bildiriyor: "Mesih'in tekrar gelişine dair olan kehanet, ancak Yahudilerin dünyanın dört bir yanına yayılmaları ile gerçekleşebilecekti." 19
Üstte Kolomb’un Amerika topraklarına ayak basışını tasvir eden, 1493 tarihli “La lettera del isole che ha trovato il re di Spagna” adlı bir gravür yer alıyor. İlginç olan, gravürün Kolomb’un gerçek kimliğini açığa çıkarır bir biçimde Kabalistik mesajlar taşıması.
8 Mart 1988 tarihli Şalom’a göre resmin sol alt köşesinde elinde asayla oturan ve Kolomb’un keşfini “kutsuyor” gözüken kişi, “Kral David”. Sol üst köşede bulutların üstünde yer alan şeklin ise, On Emir tabletlerini taşıyan Hz. Musa’yı temsil ettiği bildiriliyor. Gravürün en can alıcı şekli ise, Kolomb’un gemisi Santa Maria’nın ortasına yerleştirilmiş olan Palmiye ağacı. Çünkü bu ağaç, Yahudi mistisizmi uzmanı Gershom Sholem’in bildirdiğine göre, çok önemli bir şemayı temsil ediyor: SERİFOT’u, yani Kabalacıların “tarihe yön verme” aygıtı olarak gördükleri büyü şemasını. Şalom, ayrıca gravürün değişik yerlerinde gizlenmiş olan bazı İbranice harflerin varlığından söz ediyor. Çoğunun anlamı halen çözülememiş...
Evet, kehanetlere göre, Mesih geldiğinde Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda olacaklar ve Mesih onları çağırdığında da hepsi Vaadedilmiş Topraklar'a geri döneceklerdir. (Bu kehanetin daha detaylı olarak açıklanışının Kabalacı Menasseh Ben Israel tarafından yapıldığını ilerki sayfalarda göreceğiz.)
Kendilerine başlıca hedef olarak Mesih'in gelişiyle ilgili kehanetleri gerçekleştirmeyi edinen Kabalacılar, kuşkusuz bu önemli kehanete karşı kayıtsız kalamazlardı. O dönemde Yahudiler "dünyanın dört bir yanına" dağılmış durumda değildiler. Hatta Avrupa'nın pek çok ülkesinde bile Yahudi yoktu. Doğu Avrupa'da Aşkenaz Yahudileri vardı. En yoğun Yahudi nüfusu ise Kabala diyarı İspanya'da yaşayan Sefarad Yahudileriydi. Eğer Mesih'in gelişi için gerekli olan kehanet yerine getirilecek, yani Yahudiler "dünyanın dört bir yanına" yayılacaksa, bu İspanya'dan olmalıydı.
Ama bu iş nasıl olacaktı?... İspanya'da yaşayan Yahudiler, doğal olarak, sırf Kabalacılar öyle istedi diye evlerini bırakıp "dünyanın dört bir yanına" gitmezlerdi ki. Hem Yahudiler idealist davranıp böyle bir göçü kabul etseler bile, Kabalacıların isteğiyle gerçekleşecek bir yayılma biraz dikkat çekici olmaz mıydı? Böyle bir yolculuğun ardındaki niyet ortaya çıkmaz mıydı? Hem sonra hangi ülkenin hükümdarı durup dururken kapısında bitiveren Yahudileri kabul ederdi? Yahudiler onlara "kehanet gereği dünyanın dört bir yanına yayılmamız gerekiyor, bizi kabul eder misiniz" mi diyeceklerdi?
Bu "dünyanın dört bir yanına yayılma" projesi, olsa olsa farklı bir görünüm altında olabilirdi. Sanki bu işi Kabalacılar istememişler de, Yahudiler mecbur kalmışlar gibi bir görüntü, en iyisiydi. Başka bir deyişle, Yahudiler ancak İspanya'dan sürülürlerse plan istenen biçimde işleyebilirdi.
İşte işin asıl ilginç yanı buydu. Çünkü Kolomb "Yahudiler için iyi bir yer" aramak üzere yola çıkarken, İspanyol Yahudileri de Mesih'in dönüşüyle ilgili kehanete uygun olarak İspanya'dan çıkıp "dünyaya yayılmak" üzereydiler: Sefaradlar, İspanya'dan sürülüyorlardı... Şalom, bu "dramatik" sürgünü şöyle anlatıyor
1452'de (Yahudi tarihi) 2 Ağustos'u, 3 Ağustos'a bağlayan gece aslında olup bitenler neydi? O gece 'Taşa be av' dı, yani Yahudilere İspanya'dan çıkmaları için tanınan sürenin son günüydü... O gece Kristof Kolomb bilinmeyene yolculuğunun saatini hesaplamıştı... Amiral gemisinde gizlenerek yola çıkan bu insanlar kimdi? Hangi umutların taşıyıcılarıydılar? İspanya'dan kovulduktan sonra hangi yeni barınakları düşlüyorlardı? Hangi 'Gan-Eden' (yeryüzü cenneti)di onları bekleyen?
Evet, Kolomb, Mesih'in gelmesinin bir şartı olan Süleyman Mabedi'nin inşası için denize açılırken, Mesih'in gelmesinin bir başka şartı da yanıbaşında gerçekleşiyor, Sefarad Yahudileri İspanya'dan sürgün edilerek "dünyanın dört bir yanına" dağılıyorlardı.
Bu Kabalacılar adına yalnızca mükemmel bir tesadüf müydü?
Eğer Yahudilerin, resmi tarihte anlatıldığı ve sıkça propaganda malzemesi yapıldığı gibi İspanya Kralı'nın ve Engizisyonun uyguladığı büyük zulüm nedeniyle İspanya'dan sürüldüklerini kabul edersek, sözkonusu olayı belki bir tesadüf olarak yorumlayabiliriz. Ne var ki, İspanya sürgünü, anlatıldığından çok daha farklı gerçekleri içermektedir.
Sürgünü incelemeye başlamadan, öncelikle bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bir ülkeden bir topluluk sürülüyorsa, doğal olarak o topluluğun o ülkede son derece güçsüz ve savunmasız olduğu düşünülür. Kendileri için son derece acı bir gelişme olan sürgünü engelleyemediklerine göre, o ülkede zaten son derece eğreti duruyorlar demektir. Buna karşılık, eğer bir azınlık bir ülke içinde güçlüyse, yönetime etki edebiliyorsa, kendi haklarını koruyabilir, imtiyazlar elde edebilir.
İşte İspanya sürgününün en ilginç ve şaşırtıcı noktalarından birisi buradadır. Çünkü sürgün öncesinde Yahudiler ülke içinde olağanüstü derecede etkindiler. Ekonomiyi ellerinde tutuyor, sarayı yönlendirebiliyorlardı. Öyle ki, İspanya neredeyse bir Yahudi toprağıydı.

YAHUDİ TOPRAĞI İSPANYA!...


İspanya Kralı Ferdinand
Evet, 1492 İspanya'sı gerçek bir Yahudi toprağıydı. Yahudiler özellikle ekonomide büyük bir egemenlik kurmuşlardı ve Saray'ı da istedikleri gibi yönlendirebiliyorlardı. Hatta İspanya'nın Kralı olan Ferdinand bile Yahudi asıllıydı. Yahudi tarihçi Kayserling şöyle anlatıyor:
Kral Juan'ın en yakın dostları Yahudilerdi ve ona önemli hizmetlerde bulunuyorlardı. 1469'da oğlu Ferdinand V. Henry'nin kızkardeşi olan Isabella ile evlendi. Bu evlilik Yahudiler ve dönmeler tarafından da desteklendi. Çünkü Ferdinand annesi tarafından Yahudi kanı taşıyordu ve Ferdinand'ın da babası gibi Yahudilere dostça davranacağı umuluyordu. Ferdinand'ın vergi bakanı da zengin bir Yahudi olan Don Abraham Senior idi.20
Yahudiliğin anneden geçtiği kabul edilir, bu nedenle Ferdinand tam bir Yahudidir. Daha da önemlisi, Kral'ın Yahudiliği, hem kendisi hem de etrafı tarafından önemsenen bir gerçektir. Bunun en açık örneğini, Kolomb'un Kral'a olan bakış açısında bulabiliyoruz. The New Republic'e göre, "Kolomb, Ferdinand'ın Hz. Davud olduğuna ve onun hükümdarlığıyla, hahamların öngördüklerinin gerçekleşeceğine inanıyordu." 21 Kolomb, soydaşı olan Kralı denizin ötesinde bir toprağın varlığına ikna etmek için de M. Tevrat ayetlerini kullanmıştı. Kolomb'un Ferdinand'a gösterdiği ayet, M. Tevrat'ın Ezra bölümünde geçiyordu ve "dünya altı parça toprak ve bir parça sudan oluşur" hükmünü taşımaktaydı.
Yahudiler devlet hiyerarşisinin bir alt kademesinde de etkindiler. M. Kayserling, Konsüllüklerdeki en önemli görevlerin Yahudi dönmeleri tarafından paylaşıldığını bildiriyor ve ayrıca Hazine Bakanı Aragon Saragoza'nın da kendi adına sinagog yaptırmış olan bir Yahudi dönmesi oluşuna dikkat çekiyor.22 Christopher Colombus kitabının yazarı Salvador de Madariaga ise şu bilgileri veriyor:
Kısa zamanda Yahudiler devletin ve kilisenin üst mevkilerine geldiler. Yahudilerin taht üzerindeki etkisi tahmin edilenden çok daha büyüktü. İsabella'nın, Portekiz Kralı yerine Ferdinand ile evlenmesi Yahudilerin işiydi. Hem Kral, hem de Kraliçe dönmeler tarafından sarılmıştı. Kralın iki sekreteri dönme idi, General Bailiff, Hazine Başkanı, Finans Müdürü hıristiyanlaşmış Yahudiler (dönmeler)di...
Ferdinand, krallığın üç anahtarını Yahudilere teslim etti: Perpigna ve Pamplora bölgeleri ve Majorca donanması. Aragon kilisesi de Yahudilerin elindeydi. Kraliçe İsabella'nın mali, askeri ve dini idareleri de Yahudilik bakımından pek geri kalmıyordu. Ölümünde bile yanında bulunan Moya Markizi, dönme Andres Cabrera'nın karısıydı.23
İngiliz tarihçi Jean Plaidy'nin bildirdiğine göre de, ülkedeki vergi memurlarının büyük kısmı Yahudilerden oluşuyordu. Ayrıca Kraliçe İsabella'nın çevresi de Yahudi danışmanlarla doluydu.24
Yahudilerin bu denli etkin ve güçlü bir konuma gelmelerinde, üstte de vurgulanan "dönme"lik sistemi önemli rol oynamıştı. Katolik yasaları Yahudileri resmi görevlerden dışladığı için çoğu Yahudi din değiştirmiş gibi görünüyor ve böylece devlet yapısı içinde kolaylıkla yükselebiliyordu. Bu "dönme"lerin neredeyse tümünün gerçekte asıl dinlerine olan bağlılıklarını korudukları ise herkesçe bilinen ve kabul edilen bir gerçektir.

Engizisyonun ve Sürgünün Gerçek Yüzü
İşte böylesine "Yahudi" bir İspanya'dan 1492'de yüzbinlerce Yahudi sürüldü. Bu durumda akla şu soru geliyor: Madem Yahudiler bu kadar etkin ve güçlü bir konumdaydılar, nasıl oldu da sürgün olayını önleyemediler?
Bu soruya cevap vermek gerçekten de oldukça zor.
İşte bu noktada yukarıda vurguladığımız diğer olasılık gündeme geliyor. Mesih'in gelişi için Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılmaları gerektiği şeklindeki kehanetle, İspanya sürgünü yanyana konduğunda ilginç bir paralellik doğuyor. Bu paralellik, sürgünün Yahudileri "dünyanın dört bir yanına" yaymak isteyen Kabalacılar açısından hiç de olumsuz bir gelişme olmadığını, tam tersine onlar adına büyük bir kazanç, belki de "başarı" olduğunu gösteriyor. (Ancak bu kazanç, sürülen pek çok sıradan Yahudi için geçerli değildi elbette. Kazanç, ancak "Mesih'in gelişinin" hesaplarını ince ince yapan Yahudi önde gelenleri yani Kabalacılar için geçerli olabilirdi.)
Olayın bütün parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan sonuç, sürgünün bir provokasyon olabileceğidir. Yahudilerin, Yahudi toprağı İspanya'dan, bir Yahudi kehanetine uygun olarak sürülmesinin bundan daha mantıklı nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Ancak yine de şimdiye dek incelediğimiz bilgiler kesin bir yargıya varmak için yeterli değildir. Bu nedenle olayın Kabalacılar açısından çok faydalı bir tesadüf mü, yoksa onlar tarafından hazırlanmış bir provokasyon mu olduğunu anlamak için, sürgünün kimler tarafından organize edildiğini, kimlerin kışkırtmasıyla gerçekleştiğini incelemek gerekmektedir. Bunun için de, İspanya'da 15. yüzyılın ortasında alevlenen "Yahudi sorunu"na bakmakta yarar var.
İspanya'nın hangi yüzyıldan beri Yahudilere yurt olduğu konusunda farklı görüşler vardır ama kesin olarak bilinen, büyük bir Yahudi cemaatinin İspanya topraklarında, özellikle de Kraliçe İsabella'nın yönetiminde olan Castile'de uzun yüzyıllardır yaşadığıdır. Ortaçağ boyunca, özellikle de Endülüs Emevileri yönetiminde bu Yahudilere herhangi bir önemli baskı uygulanmamıştı. Ancak 1400'lü yıllara yaklaşıldığında, Yahudiler üzerine kısıtlamalar getirildi ve ağır vergiler kondu. Çoğu tefecilik yapan ve yine çoğu bu yoldan büyük servetler elde eden Yahudiler, halk tarafından kuşkuyla bakılan, sevilmeyen insanlar haline geldiler. Fernando Martinez gibi bazı fanatik rahiplerin kışkırtmaları nedeniyle Yahudilere karşı duyulan antipatinin derecesi yükseldi. Bu toplumsal kutuplaşma sonucunda Yahudiler hakkında 1400'lü yılların başında daha da kısıtlayıcı yasalar çıkarıldı. Böylece Yahudiler oldukça zengin fakat siyasi ve toplumsal haklardan mahrum bir topluluk haline geldi.
Ama Yahudiler buna bir çözüm bulmakta gecikmediler. Kısıtlamalar Yahudi ırkı üzerine değil, Yahudi dini üzerine konmuştu, dolayısıyla vaftiz olup Hıristiyan dinini seçtiklerini duyurarak üzerlerindeki tüm kısıtlamalardan bir anda kurtulabiliyorlardı. Bu yöntem Yahudi toplumu içinde hızla yayıldı ve kısa sürede onbinlerce Yahudi dönmesi oluştu. İspanyollar bu dönmelere "konverso" ya da biraz aşağılayıcı bir dille "marrano" adı veriyorlardı. Konversolar ellerindeki maddi gücü politik imkanlarla birleştirince, büyük bir hızla yükseldiler. İngiliz tarihçi-yazar Jean Plaidy, The Rise of the Spanish Inquisition adlı kitabında, konversoların yükselişini şöyle anlatıyor:
Bir kaç yıl içinde, konversolar, kısıtlamalardan kurtulmuş olarak, nüfusun en varlıklı kesimi haline geldiler ve daha da ilginci devlet kademelerinde hızla yükseldiler. Bazıları aristokrasiden kişilerle evlendi, maddi durumları kötüleşmiş olan asillerin çoğu da zaten son derece varlıklı olan Yahudilerle evlenmek için can atıyorlardı. Bazı konversolar Kilise'ye bile girdiler.25
İspanya'daki asıl sorun da zaten bu noktadan doğdu. Çünkü zamanla bu konversoların aslında dinlerini değiştirmedikleri, yalnızca Hıristiyan görünümü altına girdikleri farkedilmeye başlandı. Hele neredeyse tüm vergi memurlarının bu sahte Hıristiyanlardan oluştuğu öğrenilince, Hıristiyan çevreler büyük tepki gösterdi. Buna bir de kan olayları 26 eklenince, kutuplaşma iyice keskinleşti ve Engizisyon ülkeye çağrılarak, gerçek Hıristiyanlarla sahtelerini ayırt etmesi istendi. Engizisyonun 1474 yılında ülkeye girişi ile birlikte, 1492'de sürgünle bitecek olan süreç başlamış oldu.
Dikkat edilirse, gerginliğin tırmanmasındaki en önemli etken, konversoların gerçekten "dönmediklerinin", Hıristiyan görünümü altında Yahudiliklerini sürdürdüklerinin ortaya çıkmasıydı. Bu, kendi kendine ortaya çıkmadı. Bazı durumlarda Yahudi geleneklerini sürdüren konversoların dikkatsizlik sonucu kendilerini ele verdikleri olmuştu, ancak bu konu, asıl olarak yapılan yoğun propagandalar sonucunda gündeme gelmişti.
Halkın dikkatini konversoların ikiyüzlülüğüne yönelten propagandanın başını ise Alonso de Spina adlı bir rahip çekiyordu. Spina, yazdığı Fortalitium Fidei (İmanın Kalesi) adlı kitapta, inananların birbirine kenetlenmesini ve sahte Hıristiyanların gerçek yüzünü ortaya çıkarmasını istiyordu. Konversolar ve Yahudiler üzerine baskılar uygulanmasını isteyen Spina, konversoların ikiyüzlü birer sahtekar olduğu propagandasını yapıyordu. Spina, bu düşünceyi yaygın laştırdıktan sonra, Kral ve Kraliçe'ye ülkeye Engizisyon'u davet etmeleri için sürekli olarak telkinde bulunuyordu. Ama olayın çok ilginç bir yönü vardı. Jean Plaidy, şöyle yazıyor:
Yahudiler için Castil'de Engizisyon kurulmasını isteyen Alonso de Spina dönmelerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeken bir doküman yayınlamıştı. Dokümanda Yahudiler hakkında oldukça sert ve saldırgan bir üslup kullanılıyordu. Ama ilginç olan kendisinin de bir Yahudi dönmesi olmasıydı.27
Sürgünü kışkırtan ikinci önemli isim ise, Pablo de Santa Maria adlı bir başka rahipti. Kilise içinde kısa sürede yükselen Pablo, Burgos Piskoposu makamına getirilmişti. Ve o da aynı Alonso de Spina gibi Yahudilere ve konversolara karşı halkı kışkırtıyordu. Yazdığı Scrutinium Scripturarum adlı kitap, Engizisyon'a zemin hazırlayan en önemli çalışmalardan biri oldu.
Ama yine çok ilginç bir gerçek daha vardı ortada: Çünkü Yahudi aleyhtarlığını körükleyen Pablo'nun kendisi de bir konversoydu!... Vaftiz olup Kilise'ye katılmadan önce, ismi Solomon ha-Levi olan bir Yahudiydi ve Isaac Ben Shehet Perfet gibi ünlü hahamlardan dersler alıyordu. Yahudi yazar Elie Kedourie, Spain and the Jews adlı kitabında, Alonso de Spina'nın ve Solomon ha-Levi'nin "Hıristiyanlığa döndükten" (!) sonra yazdıkları Yahudi aleyhtarı yazılarla, sürgünün en önemli iki hazırlayıcısı olduklarını söyler.28
Peki bu durum biraz garip değil midir sizce? Bu kişiler, Yahudi kaynaklarında söylendiği gibi gerçekten "dönmüş" ve Hıristiyanlaşmış olsalar bile, neden ırkdaşlarına ve eski dindaşlarına böyle büyük bir düşmanlığı göstermiş olsunlar? Tam tersine, Yahudilere ve konversolara diğer Hıristiyanlardan daha yumuşak ve anlayışlı davranmış olmaları gerekmez mi?
Bu garip durum, ister istemez akla öteki ihtimali getirmektedir. Yani bu kişilerin gerçekte Yahudi olmayı sürdürdükleri, ancak Mesih Planı'ndaki "Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtma" hedefi uğruna İspanya'dan yapılacak bir sürgün planının peşinde oldukları ihtimalini.
Sürgün olayını incelemek için, tüm bunların yanında operasyonun bir numaralı sorumlusu olan Engizisyon'un başı Thomas de Torquemada'ya göz atmak gerekir. Çünkü Torquemada, neredeyse tek başına, "Yahudileri süren adam"dır. Torquemada'nın misyonu, Engizisyon'un ülkeye girmesiyle başlar. Engizisyon, Yahudilerin gerçekten "dönüp-dönmediklerini" araştırmak ve sahte dönmeleri cezalandırmakla yükümlüdür. Ve sonunda Torquemada'nın etkisi ile bütün Yahudilerin ülkeden sürülmesini sağlar. Yahudiler arasında büyük tedirginlik yaratan Engizisyonun yapısı açıkça "antisemit"tir.
Ama ne kadar "gerçek" bir antisemitizm, ne kadar "sahte"?
Bunu anlamak için, Engizisyon'un bir numaralı ismine, üstte sözünü ettiğimiz Torquemada'ya baktığımızda yine ilginç bir gerçekle karşılaşırız: Garip ama gerçek, sürgünü kışkırtan diğer iki önemli isim gibi, "büyük Yahudi düşmanı" Torquemada da Yahudi asıllıdır!

Engizisyonun başı Rahip Thomas de Torquemada, Kral ve Kraliçe’yi Yahudileri İspanya’dan sürmeye ikna ediyor. Ama kuşkusuz olayın en ilginç yanı, sürgünü kışkırtan diğer iki önemli isim gibi, Torquemada’nın da Yahudi asıllı olması...
Jean Plaidy, Kraliçe İsabella'nın sekreteri Yahudi yazar Hernando Del Pulgar'ın yazdıklarına dayanarak, Torquemada'nın Yahudi asıllı olduğundan söz eder.29 Yahudi yazar Nathan Ausubel ise, Thomas de Torquemada'nın büyükbabası, Alvor Fernandez de Torquemada'nın, Yahudi bir kadınla evli olduğunu yazar.30 Yahudiliğin anneden geçtiğinin kabul edildiğini hatırlatırsak bu bilgi daha da anlamlı hale gelmektedir.
Fransızlar'ın ünlü tarih dergisi Historia ise şöyle demektedir: "Aragonlu Kral Ferdinand'ın, onun annesinin, Engizisyon'un başı olan Torquemada'nın, Cervantes'in karısının, Avilalı Sainte Therese'in ve daha birçok kişinin Yahudi olduğunu söylerler. Bunda haklıdırlar da." 31
Kuşkusuz sürgünün en önemli mimarının Yahudi asıllı oluşunu da "tesadüf" olarak yorumlamak biraz zordur. Tüm bulgular göstermektedir ki, sürgün bir provokasyondur!...
Böylece, konversoların (gizli-Yahudiler) kışkırttığı Yahudi aleyhtarı ortamda, Yahudi asıllı Torquemada'nın yönettiği Engizisyon, ne hikmetse (!), kehanete uygun olarak Yahudileri İspanya'dan kovup "dünyanın dört bir yanına" dağıtmaya çalışır. Amacın, Yahudileri "dünyanın dört bir yanına" dağıtmak olduğunun bir başka göstergesi de, Engizisyon'un, Yahudileri ille de göç etmeye teşvik etmesidir. Yahudi asıllı Fransız yazar Jacques Attali'nin dediği gibi, "... Krallık iktidarı tarafından işlemlerin bütününü gözetim altında tutmakla görevlendirilen Engizisyon, Yahudileri din değiştirmeye değil de, sürgünü tercih etmeye yöneltmektedir." 32
Bu arada Yahudi önde gelenleri de, halklarının İspanya'da kalma yönündeki tüm umutlarını söndürmektedirler:
Din değiştirmek veya ülkeyi terk etmek gibi bir ikilem içinde kalan Yahudiler, hahambaşı Abraham Senior'dan yardım istemişler, fakat bir karşılık görememişlerdi. 5 Haziran 1491 Salı, umutsuzluk içindeki İspanya Yahudi cemaati saptanan sürenin sona erme tarihinin yaklaştığını görmektedir. Yahudi cemaati olağanüstü bir şok içersindedir: herkesin hükümdarların kovma kararnamesini ertelemeleri konusunda ikna edeceğini umduğu hahambaşı Abraham Senior susmuş ve cemaatle her türlü teması kopartmıştır.33
Tüm bunlar, sürgünün gerçekte Yahudi önde gelenleri, yani Kabalacılar tarafından, Mesih'le ilgili kehaneti gerçekleştirmek uğruna düzenlenen bir tezgah olduğunu kanıtlamaktadır. Bu doğrultuda bir başka ilginç nokta da, Yahudi halkının çeşitli yöntemlerle sürgüne "ikna" edilirken, Yahudi cemaatinin önder kadrosunun sürgünü düzenleyen İspanyol yöneticileriyle son derece yakın ilişkiler içinde olmasıdır. Jacques Attali, bu garip durumu şöyle anlatıyor:
İspanya'nın bazı kentlerinde Yahudiler katledilmekte, işkence görmekte, kovulmaktadırlar; diğer kentlerde ise bazı Hıristiyanlar, ünlü hahamların vaazlarına katılmakta, bazı ünlü Yahudiler Noel ayinlerine katılmakta, büyük senyörler Yahudi tüccarlarla yemeğe gitmekte, bazı Yahudi maliyeciler saraya kabul edilmekte ve burada çalışmaktadırlar... Abraham Senor adındaki bir haham... 1488'de krallığın en seçkin makamlarından biri olan Hermandad hazinedarlığına atanmıştır. Yahudi astronomi bilgini Abraham Zacuto da, deniz seferlerinin başlatılması konusunda krala danışmanlık yapmaktadır; bu alanda hiçbir karar o olmadan alınamamaktadır. Çok sayıda konverso Alfonso de Caballeria, Gabriel Sanchez, Luis de Santagnel Yahudi kökenlerini saklamaya gerek kalmadan, hükümdarlar nezdinde önemli makamlar işgal etmektedirler...34
Yahudi toplumuna karşı büyük bir baskı uygulandığı dönemde de, önde gelen bazı Yahudilerin sarayla bu denli içli-dışlı olması, kuşkusuz ortada bir gariplik olduğunun işaretidir. Sürgünün Katoliklerden çok, Kabalacılardan kaynaklandığının bir başka göstergesi de, Papa'ya bağlı olan Engizisyon'un İspanya Yahudilerini sürerken, Roma'da, yani Papalık'ın merkezindeki Yahudilerin büyük bir rahatlık içinde yaşamayı sürdürmüş olmasıdır...
Bütün bu karanlık tablo içinde Yahudiler İspanya'dan "dünyanın dört bir yanına" dağılmaya zorlanırlar. 31 Mart 1492 günü, Kral ve Kraliçe Yahudilerin ülkeyi üç ay içinde terketmelerini emreden kararnameyi imzalarlar. Yahudiler, olayın planlayıcısı konumundaki Kabalacılar dışında, korku ve tedirginlik içindedir ve Mesih kehanetinin gerçekleşmesini değil, kendi geleceklerini düşünmektedirler. Jacques Attali şöyle diyor: "Hiç kimse gerçekten gitmeyi düşünmemektedir. Kendilerini özgür, mutlu, başkalarının başına gelen felaketlerle çok ilgili değilmiş gibi hissetmektedirler. Üstelik nereye gidilebilir?"
İşte önemli soru budur: Nereye gidilebilir?...
Endülüs Müslümanlarının Yok Edilmesi
ve Bununla Gerçekleşmesi Umulan 'Siyon Krallığı'
Sürgünün planlayıcıları "nereye gidilebilir" sorusunun cevabını da elbette düşünmüş olmalıydılar. Mesih Planı'nda yer alan kehanet, Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılmasını öngördüğüne göre, İspanya'dan sürülen Yahudilere de bu hedefe göre rota çizilmeliydi. Bu öyle bir sürgün olmalıydı ki, Yahudilerin, daha önce hiçbir Yahudi bulunmayan topraklara da ayak basmalarını sağlasın, onları "dünyanın dört bir yanına" dağıtsın.
Kabalacılar'ın bu konu hakkında uzun uzadıya düşündükleri ve çözümler ürettiklerinin en açık göstergesi, kuşkusuz Kolomb'un yolculuğuydu. Kendisi de bir Kabalacı olan Kolomb, az önce incelediğimiz gibi, "Yahudiler için iyi bir yer" bulmayı hedefliyordu. İzlediği rotanın, kendisini dünyanın daha önce gidilmemiş bir yanına götürecek olduğunu düşünürsek, Yahudilerin "dünyanın dört bir yanına yayılması" şeklindeki kehanetle tam bir uyum içinde olduğunu görebiliriz. Kolomb yola, İspanya'dan kovulan Yahudileri dünyanın daha önce hiçbir Yahudinin ayak basmadığı "yan"larına ulaştırmak için çıkıyordu.
Zaten, İspanya'dan sürülen Yahudilerin bir kısmının da Kolomb'la birlikte yola çıkabilmesi, ya da sonradan onun bulduğu Yeni Dünya'ya göç edebilmesi için bazı ilginç tedbirler alınmıştı. Kral ve Kraliçe, Kolomb'la birlikte yola çıkacak kişiler hakkında hiçbir ceza davasına bakılmamasını emreden bir fermanı mahkemelere yollamışlardı. O dönemde en çok "ceza" davası ise, "sahte dönmelik suçu"ndan, Yahudiler aleyhinde açılıyordu. Jacques Attali, bu ilginç ferman hakkında şöyle diyor: "Bu ferman ile Yahudilerin kovulma kararnamesi arasındaki çarpıcı eş anlılık dikkat çekiyor. Sanki Yahudiler de bilinmeyene doğru yola çıkmaya teşvik ediliyorlarmışçasına..." 35
Evet, Yahudiler "bilinmeyen"e, ya da Kabalacılar'ın deyimiyle "dünyanın dört bir yanına" doğru yola çıkmaya teşvik ediliyorlardı ve bu iş için gerekli tedbirler de konversoların çevrelediği Saray'dan alınıyordu. Attali, Kolomb'un da zaten daha önceden tayfalarını adli tatbikata uğrayanlar (yani çoğunlukla Yahudiler) arasından seçmek istediğini sözleşmesinde belirttiğini hatırlatıyor ve şöyle diyor: "İlginç bir hüküm; acaba henüz gizli tutulan Yahudilerin kovulma kararından haberdar mıdır?" Kısacası anlaşılan Kolomb da Yeni Dünya'ya Yahudileri ayak bastırmak için uğraşmaktaydı.
Attali'nin vurguladığı "eşanlılık" kategorisine Granada'daki Endülüs Müslümanları'nın yok edilmesini eklediğimizde, 1492'de yaşananların iç yüzü daha da ilginç hale geliyor. Bilindiği gibi, o yıl İspanya'da çok önemli bir olay daha yaşanmış ve Granada şehir-devletine sıkışmış Müslümanlar, şehrin düşmesiyle birlikte İspanyollar'ın avucuna düşmüştü. Çoğu kılıçtan geçirilen, sürülen Müslümanlar, tek kelimeyle "etnik temizliğe" tabi tutulmuşlardı.
Önemli olan, Müslümanların yaşadığı bu vahşet sırasında Yahudilerin konumunun ne olduğudur. Resmi tarih, bizlere Müslümanların da Yahudilerle birlikte Engizisyon İspanyası'nın zulmüne maruz kaldığını, Katolik güçlere karşı Müslümanların ve Yahudilerin aynı safta olduğunu söyler. Oysa şimdiye dek incelediğimiz kaynaklar, İspanya'da 1492'de yaşanan olayların gerçekte Yahudi önde gelenlerinin hedefleri doğrultusunda gerçekleştiğini ve Yahudi sürgününün de, aslında Mesih ile ilgili kehanetleri gerçekleştirmeye uğraşan Kabalacılarca tezgahlandığını gösterdi.
Bu durumda, Granadalı Müslümanların aslında kim tarafından katledildikleri ve zulme uğratıldıkları sorusunu sormak gerekiyor. Öyle ya, Yahudi sürgünü gerçekte Yahudi önde gelenlerince organize edilmişse, Müslüman sürgünü ve katliamı kim tarafından organize edilmişti? The New Republic, tarihçi Richard Kagan'ın bu konudaki ilginç bir yorumuna yer veriyor:
Richard Kagan Circa 1492 isimli kitabında, Kolomb'un yola çıkışı, Granada'nın işgali ve Yahudilerin İspanya'dan kovuluşunun birer kronolojik raslantı olamayacağını savunuyor. Kagan'a göre bunlar Yeni Siyon Krallığı'nın kurulması yönünde atılan stratejik adımlar.36
Bu durum bizlere Müslümanlara uygulanan vahşetin de Mesih Planı'nın bir parçası olduğunu göstermektedir. Zaten Granada'ya karşı girişilen savaşın en büyük finansörünün Kabalacı Yahudi Isaac Abrabanel olduğuna önceki sayfalarda değinmiştik. Kabalacılar'ın çizdiği Mesih Planı, henüz ilk büyük aşamasında, İslam aleyhtarı bir adım atmış ve Müslümanları sindirmeye yönelmiştir. Bu anti-İslam çizgi, Mesih Planı'nın başta gelen özelliklerinden biri olacaktır; ilerleyen bölümlerde birlikte göreceğiz.
Kısacası, Endülüs'ün son kalıntısının da yok edilmesi olayında Yahudilerin konumu resmi tarihtekinden farklıdır. 1492'den beri yapılan propagandalarda, ki bu propagandayı yapanların başında da Türkiye'de önemli etkinlikler göstermiş olan 500. Yıl Vakfı 37 geliyordu, hep Yahudiler ve Müslümanlar aynı saftaki mazlum halklar olarak tanıtıldı. Ama şimdiye dek ortaya serdiğimiz bilgiler, olayın pek de öyle olmadığını, 1492'de olanların Yahudi cemaatinin önde gelenlerinin (Kabalacıların) kontrolünde gerçekleştiğini gösteriyor. Bu da, Allah'ın Kuran'daki, Müslümanların kendilerine en büyük düşman olarak "Yahudileri ve müşrikleri" bulacakları şeklindeki ebedi hükmünün (Maide Suresi, 82) her zaman için geçerli olduğunun bir başka göstergesi...
Gerçekten Kolomb mu Keşfetti?
İspanya'da bunlar olurken, Kolomb, emrine verilen üç gemiyle birlikte aylar sonra Batı Hint adalarına ulaşarak karaya çıktı. O günden sonra da dünyanın resmi tarihine, zoru başaran korkusuz denizci, Yeni Dünya'yı bulan büyük kaşif ve de dünyanın kaderini etkileyen unutulmaz isim olarak geçti. Peki acaba gerçekten Kolomb böylesine büyük bir iş başarmış mıydı? Diğer deyişle, Amerika'yı gerçekten o mu keşfetmişti? Elinde hiçbir bilgi, harita, vs. yokken dünyanın bilinmeyen denizlerine korkusuzca mı açılmıştı?... Hayır. Kolomb anlatıldığının aksine yola yalnızca cesaret ve önsezilerine dayanarak çıkmadı. Yeni Dünya'nın yolunu ona gösteren, fakat gizli tuttuğu önemli haritalar edinmişti:
(Kolomb) Floransalı Toscanelli'nin, batıdan Hint'e doğru bal gibi bir yol olduğunu iddia ettiği mektubundan söz edildiğini duymuştur. Daha kesin bilgiler istemek üzere ona mektup yazmıştır. O da ona ayrıntılar ve hatta bir harita verdiği bir cevap göndermiştir... Kolomb Toscanelli 'yle mektuplaştığını hiçbir zaman itiraf etmeyecektir. Oysa Toscanelli, Batı yolunun ondan daha önde gelen kaşifidir... Ne yol, ne de rüzgarlar konusunda tereddüt etmektedir, elinde Toscanelli'nin haritası vardır. Nereye ve nasıl gittiğini bilmektedir. Tuttuğu yol, günümüzde bile, mümkün olanların en mükemmellerinden biridir.38
Zaten, Kolomb'dan çok daha önceleri çizilmiş olan haritalar, "Atlantik'in iyice batısındaki adalar"ın varlığını bildirmekteydi:
Venedikli Andrea Bianco 1436'da, ilk kez Madera'nın batısındaki adaların ve Stockfixa (Morina adası) adını verdiği (Terre-Neuve olabilir) gibi çok kuzeydeki bazı başkalarının da yeraldığı haritalar çizmiştir. 1444 tarihli olan ve Yale haritası denilen dünya haritasının üzerinde aynı ada Vinland adıyla yeralmaktadır. Bianco'nun Londra'da 1448 yılında yaptığı başka bir haritanın üzerinde, Brezilya'nın bulunduğu yerde büyük bir' gerçek ada' zikredilmektedir.39
Acaba Kolomb yeni dünyanın yolunu biliyor muydu sorunun cevabını bulmak için, 1990 yılında Cadix Üniversitesi'nden 18 öğrenci, John Dyson adlı yazar ve Luis Coin adlı bir kaptan Kolomb'la aynı yolculuğu yaptılar. Coin, 20 yıldır Kolomb'un günlüğünü kelime kelime incelemiş ve yüzlerce hata, hatta saçmalık bulmuştu. Ve yavaş yavaş Kolomb'un söylediği yolu izlemediğini anladı. Anlaşılan Kolomb, karanlıkların denizine bir yol biliyordu. Coin, Kolomb'un günlüğünde üç kez gizli haritadan bahsettiğini de bildiriyordu. Acaba Kolomb 'un günlüğünde niçin hatalara rastlanmıştı? Bunun tek cevabı var: Kolomb doğru yolu bildiğine göre, gittiği yolları kaydetmemiş, yalancı bir günlük tutmuştu. Luis Coin, Kolomb'un günlüğündeki hataları şöyle sıralıyordu:
1- Akıntı saatin yelkovanı yönünde olduğundan Kolomb'un dediği gibi Kanarya adalarının güney doğusunda olması imkansız; güneyden olması daha mantıklı.
2- 'Karşıt akıntılara rastladık' diyor Kolomb Eylül başında. Ama bu dönemde akıntı kuzeydoğudan.
3- 'Deniz az tuzlu' diyor Kolomb. Ama bu güneydeki yolun çok tuzlu olduğu biliniyor.
4- Kolomb 'Çok fazla balık var' diyor. Ama Kanaryalar'ın doğusunda hiç de fazla balık yok.
5- Kolomb '7 günde Hindistan'a geldim' diyor. Eğer söylediği gibi Kanaryalar'ın doğusunda yüzüyorsa bu imkansız.40
Tüm bunlar gösteriyor ki, aslında "büyük kaşif" yola çıkmadan önce herşey hazırdı. Kabalacı Kolomb, kıtanın nerede olduğunu tamamen öğrenmiş, ilgili haritaları edinmişti. Olay, önceden kararlaştırılmış bir planın uygulamaya konmasından başka birşey değildi. Ama Kabalacı denizci yüzyıllardır tüm dünyaya, dünyanın en cesur kaşifi, tarihin gözüpek kahramanı olarak tanıtılmaktadır.
Kolomb'un Başlattığı 'Etnik Temizlik' Operasyonu...
Son dönemlerde Kolomb ile ilgili olarak çevrilen filmlerde, sık sık Kolomb'un gerçekte yerlilere çok insancıl yaklaştığı, vahşetin emrini dinlemeyen bazı adamlarınca gerçekleştirildiği izlenimi verilmektedir. Ancak, gerçekler bu pembe tablodan çok farklıdır.
Kolomb Amerika'yı keşfettiğinde 30 milyon kızılderili yaşıyordu. Şimdi 2 milyonluk kayıp bir ırk oldular. Kolomb, asırlar sonraki soydaşlarının "en iyi Filistinli ölü Filistinli'dir" şekline dönüştüreceği sözünü uygulamaya koymuş, "en iyi yerli ölü yerlidir" teorisini geliştirmişti. O da, yine asırlar sonraki soydaşlarının Filistinliler'e yapacağı gibi yerlileri insan olarak görmüyordu. Attali, "adanın huzurlu yerlilerinden bazıları onları karşılamaya gelmişlerdir. Colombus onları insan olarak kabul etmemektedir" diyor.41
Yeni Dünya’nın yerlilerine işkence yapan conguistadorlar ve İspanyol kolonocileri tarafından köleleştirilen ve zorla çalıştırılan yerliler.
Katliam, Kristof Kolomb'la başladı. Kolomb keşfettiği yerlerde İspanyol kolonileri oluşturmaya hız verdi. Yerlileri köleleştirdi. Vergilendirilen yerlileri İspanya'ya altın ödemekle yükümlü kıldı. Hükümdarların izniyle yetki alanı içindeki ticari işlemlerden yüzde on pay alıyordu. Kolomb ayrıca köle ticaretini de ilk başlatan kişiydi...
Kolomb'un yerlilere uyguladığı baskı ve sömürü politikası, onun açtığı yolda ilerleyen "conquistator"lar tarafından devam ettirildi. Bu İspanyol "fatih"leri, yerlileri köleleştirme ve mallarına el koyma politikasını sürdürdüler. En çok aradıkları şey ise altındı. Yerlileri yola getirmek için şiddet kullanıyorlardı. Bu dünyanın şahit olduğu ilk büyük "sömürgeleştirme" hareketiydi. Önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, Kolomb Yeni Dünya'yı Yahudilere güç kazandırmak, oranın zenginliklerini Yahudilerin eline vermek için ele geçirmişti. Kolomb'un hedefine ulaştığının en büyük göstergesi ise, sömürgeci conquistadorlar arasında çok sayıda Yahudinin ve konversonun bulunmasıdır.42
Conquistadorların uyguladığı katliam ise inanılmaz boyuttaydı. Örneğin, Kolomb geldiğinde nüfusu 200 bin olan bir adada, 20 yıl geçmeden sadece 50 bin, 1540'da sadece bin kişi kalmıştı. Conquistadorlar'ın en ünlüsü olan Cortes, 1519 Şubat'ında 700 adamla Meksika'ya ayak bastı. Meksika'nın toplam kızılderili nüfusu Cortes'in giriş yılındaki 25 milyondan, 1605'te 1 milyona indi. Toplam olarak conquistadorlar, yarım yüzyıllık bir süre içinde 75 milyon kızılderiliyi yok etmiş, yerlerine sadece 240 bin İspanyol yerleştirmişlerdi. Avrupa'da toplam 100 milyon civarında insanın yaşadığı o yıllarda, Amerika nüfusu 60 ile 80 milyon arasındaydı. Bu nüfusun % 80'i (yani yaklaşık 60 milyon insan) bir kaç onyıl içerisinde yok edildi. Sadece Hispaniola adasında 1492'de 7-8 milyon kişi yaşıyorken, 1496'da 4 milyon, 1570 yılında ise yalnızca 125 kişi kaldı. Tarihçi C. Wells'in verdiği rakamlara göre, Kolomb'un kıtaya ayak basmasından sonra bir yüzyıldan az bir süre içinde 95 milyon yerli sömürgeciler tarafından katledildi.
Bu boşluk yeni bir drama yol açacak, sonraki dört yüzyıl boyunca, Afrika'dan katledilen yerlilerin yerine doldurmak üzere Amerika'ya 13 milyon siyah köle taşınacaktı. Bu işin önderliğini de, ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi Yahudiler yapacaktı.
Yeni Dünya etnik olarak "temizlenirken", beyaz adam bu bakir topraklara akın ediyordu. Sözkonusu beyazların içinde, Kolomb'un yola çıkış amacına uygun olarak, çok sayıda da Yahudi vardı.
Yeni Dünya'da İbrani Kolonileri
Kabalacı Kolomb'un, yola, Mesih Planı'na uygun olarak, "Yahudiler için iyi bir yer" bulma amacıyla çıktığını incelemiştik. Kolomb, amacına ulaştı ve gerçekten de Yahudiler için "iyi yerler" buldu. Avrupalı Yahudiler, Yeni Dünya'da oluşan sayısız koloniye akın ettiler. İşin önemli yanı, bu bölgelerin ekonomisini, hiç abartısız, neredeyse ele geçirmeleri ve Amerika kıtasının sömürülmesinde başı çekmeleriydi. Yahudi tarihçi M. Kayserling şöyle der: "Yahudilerin İspanya'daki tarihleri sona erdiği anda, Amerika'daki tarihleri başladı. Engizisyon, İber Yarımadasındaki İbraniler'in sonu olurken, batı yarıküredeki kıtada onların başlangıcı oldu." 43
Amerika'nın batılılar tarafından ilk sömürgeleştirilen bölgeleri güney kısımlarıydı. Altın ve sömürülecek hammadde bulma hırsıyla dolu Portekizliler ve İspanyollar tarafından başlatılan bu soygun stratejisi nedeniyle kıtanın bu bölümü Latin Amerika adını alacaktı. İşin ilginç tarafı, bu sömürgeci "Latin"lerin arasındaki Yahudilerin dev bir role sahip olmasıydı. Encyclopaedia Judaica şöyle yazıyor:
Amerikan toprağına ayak basan ilk Avrupalı, Kolomb ile birlikte yola çıkmış olan bir Yahudi dönmesiydi: Luis de Torres. Torres, Kolomb'la birlikte denize açılmadan bir gün önce vaftiz olup Hıristiyanlığı kabul etmişti. Portekiz ve İspanyol marranoları (Yahudi dönmeleri) yeni kıtanın potansiyelini hemen farkettiler. Bu yeni kıtaya yerleşenlerin başında da onlar geliyordu. Bazıları Meksika'yı fetheden Cortes ve onun askerleri olan 'conquistadores'lara eşlik etti...
... Yeni Dünya'ya yerleşen marranolar oldukça etkin bir konuma geldiler. Kıtanın Avrupa'yla olan ithalat-ihracat ilişkisini onlar kontrol ediyordu. Kendi aralarında gizli bir dini örgütlenme kurdular. Ayrıca Avrupa'daki dindaşlarıyla da yakın ilişki içindeydiler.44
Yahudi tarihçi Eli Barnavi ise şöyle yazar:
Yeni bir kıtanın keşfedilmiş olduğu haberi yayılmıştı. Ve bu haberle Amerika'ya ilk yerleşenlerin başında İspanya ve Portekiz Yahudileri geliyordu. Söz konusu Yahudiler, Yeni Dünya'da hem daha geniş ticaret olanakları, hem de Engizisyon tehlikesinden uzak olarak, Yahudiliklerini rahatça yaşayabilecekleri bir yer bulacaklardı... Peru bölgesindeki İspanyol kolonisinde önemli bir Yahudi cemaati oluştu. Bu cemaat, koloninin ticaretinde hakim konuma geldi. Büyük bir güç ve etkiye sahip olmalarına rağmen, bu Yahudiler, Yahudiliklerini açıkça belli etmediler.
Brezilya'yı keşfeden Pedro Alvares Cabral'ın yanında Yahudiler vardı. Meksika, Peru ve Şili'yi kolonileştiren conquistadorların arasında da çok sayıda Yahudi bulunuyordu... Avrupa'daki Engizisyon'dan ve baskı politikalarından kaçan çok sayıda Yahudi, legal ya da illegal yollardan, Yeni Dünya'ya yerleşti... Yahudiler Brezilya'daki şeker endüstrisinin gelişmesinde çok önemli rol oynadılar. Ayrıca koloniden dışarı kereste ihracı da onların elindeydi... Hollanda'nın sömürgesi olduğu dönemde, Brezilya'nın başkenti Recife'de İspanyol Yahudilerinin oluşturduğu büyük bir cemaat vardı. Koloni daha sonra Portekizliler'in eline geçtiğinde, Yahudilerin önemli bir kısmı, daha sonra New York adını alacak olan New Amsterdam'a gittiler.45
Kısacası, Yeni Dünya'nın ilk sömürülmeye başlanan güney bölümü, Kolomb'un ve Kabalacı dostlarının yaptığı hesaplara uygun olarak, Yahudiler için "iyi bir yer" ve yeni zenginliklerin kaynağı oldu. Kıtanın kuzeyi ise asıl önemli olan ve Mesih Planı açısından kilit bir konum taşıyan yer orasıydı. İlerleyen sayfalarda kıtanın kuzeyinin, yani bugünkü ABD'nin, ilginç ve bilinmeyen tarihini inceleyeceğiz: Mesih Planı'na uygun olarak şekillenen tarihini...
Ancak şimdi biraz geriye dönüp, İspanya sürgününün Eski Dünya'daki sonuçlarına bakmakta yarar var. Sürgün, Yahudileri "dünyanın dört bir yanına" dağıtmak için yapılmıştı çünkü; yalnızca Yeni Dünya'ya değil...
Sefarad Diasporasından Tarifeli Seferler
1492'nin taşıdığı önem, yalnızca Kolomb'un Amerika'yı "keşfetmesi"nden kaynaklanmıyordu. Kolomb'un "Yahudilere iyi bir yer" bulmak için çıktığı yolculuk, İspanya'dan çıkan Yahudilerin gidecekleri rotanın yalnızca bir parçasını çiziyordu. Rotanın geri kalan kısmı da yine Yahudileri kehanete uygun bir biçimde "dünyanın dört bir yanına" dağıtmaya yönelikti... Sefarad diasporası İspanya'dan kalkan tarifeli seferler, böylece gerekli hedeflere ulaştı.
İspanya'dan, Mesih Planı'na uygun olarak, yola çıkarılan Yahudilerin sayısı 250 bin olarak tahmin ediliyor. Bunlardan 100 bin kadar bir topluluk önce Portekiz'e yerleştiler, geçici bir süre için merkezi limanlarını kullandıkları bu ülkeden kısa bir süre sonra ayrılarak Güney Amerika'ya, Kuzey Avrupa'ya ve Osmanlı'ya göç ettiler. Göçmenlerin büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu'nun değişik bölgelerine yerleştiler, özellikle Balkanlar'da ve Türkiye'ye, ayrıca Kuzey Afrika'nın kıyı şehirlerine ve Yakın Doğu'ya (Vaadedilmiş Topraklar). Diğer binlercesi de, İtalya, Hollanda ve İngiltere'de kendilerine yer buldular.


İspanya sürgünü ile birlikte, Yahudiler gerçekten de Mesih’in gelişi ile ilgili kehanete uygun olarak “dünyanın dört bir yanına” dağıldırlar. Yanda, 1492 ve sonrasında İber yarımadasından “ dünyanın dört bir yanına” yapılan Yahudi göçleri.
İspanya sürgünü ile birlikte dağılan Yahudiler, 1500'lü ve 1600'lü yıllarda Avrupa'yı derinden etkileyecek cemaatleri oluşturdular. Bunların arasında Londra, Amsterdam, Antwerp, Hamburg ve New York başta gelir. 17. yüzyılın başlarında her büyük ticaret merkezinde küçük Yahudi yerleşim merkezleri vardı. Bunlar Avrupa'nın ticari ve mali gelişiminde yaşamsal bir rol oynadı. Zenginlik ve becerileri ile toplumun en üst düzeylerinde kabul gördüler.
Yahudilerin bu şekilde Avrupa'ya dağılmaları ki bu Yahudiler, o dönemde kültürel yönden daha düşük seviyedeki Doğu Avrupa Aşkenaz Yahudilerinden çok daha etkindiler Avrupa'nın Protestanlık sonucunda yaşadığı büyük dönüşümde ve bu dönüşümün ardından gelen kapitalizmin doğuşunda büyük rol oynadı. İlerki sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, İspanya'dan dağılan Yahudiler, Batı'nın "Yahudileşme" yani Yahudi dünya görüşü ve ahlak yapısını benimseme, kapitalistleşme sürecinin anahtarı oldular. İspanya sürgünüyle birlikte, hem Mesih Planı için gerekli olan önemli bir kehanet yerine getiriliyor, hem de Avrupa'yı kapitalizme taşıyacak, Batı'yı "Yahudileştirecek" olan topluluk sahneye çıkmış oluyordu.
Pandora'nın kutusu açılmıştı...
Kabalacıların Yeni Karargahı Safed ve Yeni Kehanetler
"Yahudi Ansiklopedisi" Judaica'nın, "Kabbalah" başlığı altında bildirdiğine göre, İspanya sürgününün ardından, "Mesih'in gelişini hızlandırma" yönündeki Kabala çalışmaları daha da yoğunlaştı. Öyle ki, ünlü Kabalacılardan Abraham Azulai, Kabala'nın yeni bir yorumu olan "Or ha-Hammah" adlı kitabının başında, sürgünle birlikte "son jenerasyon" olarak adlandırdığı yeni bir döneme girildiğini ve artık Mesih'in dönüş sürecinin başladığını söylüyordu. Kabalacı Azulai, "bundan sonra en önemli 'mitzvah' (misyon) Kabala'nın daha da geniş bir biçimde çalışılmasıyla birlikte Mesih'in gelişini sağlamaktır" hükmünü vermişti.46
Bu arada, sürgünle birlikte, İspanyol Yahudileri "dünyanın dört bir yanına" dağılırken, sürgünün planlayıcıları olan Kabalacılar'ın büyük bölümü de, kendilerine yeni bir yer bulmuşlardı. Bu yeni merkez, Vaadedilmiş Topraklar'da, Kudüs'ün kuzeyinde (bugünkü İsrail'in kuzeydoğu ucunda) yer alan Safed kentiydi. Bir dağın tepesine kurulmuş olan kent, Kabala'nın yeni yorumla- rına ve "Mesih'i getirme" misyonunun yeni teorilerine sahne oldu.
Safed'de klasik Kabala doktrin ve yöntemlerine yenileri eklendi. Bu eklemelerin en önemlisi ise Kabala geleneğinde yeni bir devir açan Isaac Luria tarafından yapılmıştı. Luria, Sefirot teorisine yeni düzenlemeler getirdi. Luria'nın İspanya sürgününü yorumlayışı da ilgi çekiciydi. Büyük Kabalacı, İspanya sürgününün hiç de Yahudiler için kötü bir şey olmadığını hatırlatıyor ve sürgünün Mesihi dönemin başlangıcı olduğunu bir kez daha bildiriyordu. Sürgünü, kurduğu yeni Yaratılış teorisi ile açıkladı. Teori, "olumsuzluklar evreni"nin, "Tanrı'nın ışığını taşıyan kapların kırılması" ve bu ışığın "öteki tarafa" düşmesi ile doğduğunu öne sürüyor ve tüm ışıkları bir araya getirme çabasına da "Tikkun" adı veriyordu (Tikkun için ayrıca bkz. "Giriş"). Luria, bu teoriyi siyasi platforma da uyguladı ve İspanya sürgününü de bu şekilde açıkladı. Ona göre, Tanrı "Tikkun" görevini (ışıkları bir araya getirme) Yahudilere vermişti. Şalom, Luria'nın sürgün hakkındaki düşüncelerini şöyle aktarıyor:
Luria'ya göre, musevilerin yeryüzüne dağılması bir felaket değil,... planlanmış bir olaydır; musevilere, kutsal kıvılcımları, klipalar ortamından ('öteki taraf'tan) kurtarıp toplamak için verilmiş bir görevdir. Bu şekilde bütün kıvılcımlar eksiksiz olarak kurtarılabilirse Tikkun gerçekleşmiş olur. Tikkun'un gerçekleşmesi ile de Maşiah (Mesih) gelecektir. İsrailoğulları kurtulacak, Vaadedilmiş Topraklar'a dönecek, yıkılmış olan Tapınak'ı yeniden inşa ederek sonsuza kadar hüküm süreceklerdir.47
Safed'de gelişen yeni Kabala okulu, "Tikkun"u ve onun siyasi sonuçları olan Mesih Planı'nı gerçekleştirmeye adadı kendini. İspanya'da başlamış olan "tarihin akışına yön verme" sanatı, Luria ve diğer Kabalacı dostlarının elinde daha da gelişti.
Sözkonusu Kabalacılardan biri de, İspanya sürgününün ardından Vaadedilmiş Topraklar'a yerleşen Abraham B. Elizer ha-Levi idi. Elizer, o dönemde, yani 1500'lü yılların hemen başında, Mesih Planı'nın yeni bir aşaması üzerine yoğunlaşmıştı. Bu yeni aşama, bir başka Kabalacı'nın yaklaşık elli yıl önce yazdığı bir kehanete dayanıyordu. Kehaneti yazan Kabalacı Abraham Zacuto idi, yani Kabalacı dostu Kristof Kolomb'a denizde yol bulması için astrolojik haritalar veren kişi...
Judaica'nın bildirdiğine göre, Zacuto, 1478 yılında bir güneş tutulması üzerine bir kehanette bulunarak, yakın gelecekte Yahudiler için büyük yararlar sağlayacak bir adamın ortaya çıkacağını söylemişti. Kabalacı Abraham B. Elizer ha-Levi ise şimdi bu kehanet üzerinde düşünüyor ve bu adamın kim ola bileceğini hesaplamaya çalışıyordu. Çünkü bu adam Avrupa'da çok büyük değişimler yaratacak bir adamdı. Zacuto, ondan söz ederken "bir adam çıkacak" demişti, "o adam büyük ve etkili bir adam olacak; ordular toplayacak, yeni bir din kuracak ve (Katolik) din adamlarının gücünü yok edecek." 48 Katolik din adamlarının gücünü yok edecek bir adamın çıkması kuşkusuz çok önemliydi. Çünkü her ne kadar İspanya'da Yahudi önde gelenlerinin işine yaramışsa da Katolik Kilisesi, o dönemde Mesih Planı'nın önündeki en büyük engeldi: Yahudilerin "seçilmiş halk" olduğunu tanımak bir yana, onları "İsa'nın katilleri" olarak görüyor ve Vaadedilmiş Topraklar'ın onlara ait olduğu tezini kesinlikle reddediyordu. Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmesine ise tümüyle karşıydı.
Kabalacı Elizer ha-Levi, kehanette müjdelenen bu adamın kim olduğunu anlamakta gecikmedi. 1524 yılında, Avrupa'dan Kudüs'e yeni Yahudiler göç etmişti. Kudüs'te bulunan Elizer ha-Levi, bu Yahudilerden Avrupa'daki son gelişmeleri dinlerken, Kilise'nin otoritesine karşı isyan eden yeni bir adamın ortaya çıktığını öğrendi. Elizer ve diğer Kabalacı dostları, bu adamın yaymaya başladığı doktrini tam olarak öğrendiklerinde ise kesin hükmü verdiler: Bu adam, bir "gizli-Yahudi" idi ve Hıristiyanları Yahudiler için zararlı olan düşüncelerinden koparıp-eğitmeye gelmişti.49 Kabalacılar'ın "gizli-Yahudi" olarak kabul ettikleri bu adamın adı, Martin Luther'di...

Tarihin Dönüm Noktası Protestanlık ve
'Mesih'in Yollarını Açan Adam' Martin Luther
"Katoliklere sesleniyorum; bana kafir
demekten yorulduklarında,
Yahudi desinler" - Martin Luther
İspanya sürgününden birkaç onyıl sonra, Avrupa'da çok önemli bir hareket doğdu. Protestanlık, Kilise'nin otoritesini sarsmaya, Avrupa'da yüzyıllardır değişmeyen değer yargılarını değiştirmeye başladı. Bu yeni mezhep, bilindiği gibi, Katolik kilisesinin kurmuş olduğu Avrupa düzenine karşı gelişmiş bir hareketti. Bu hareketin sonucu ise yalnızca Hıristiyan dünyasına yeni bir mezhep katmak değil, aynı zamanda, Max Weber'in ünlü çalışmasında vurguladığı ve çoğu sosyalbilimci tarafından kabul edildiği gibi, Avrupa'da kapitalizmin oluşumuna uygun bir ahlak anlayışı geliştirmek olmuştu.
Protestanlığın fazla dikkat çekmemesine rağmen çok önemli olan bir başka sonucu da, Yahudilerle ve hatta Mesih Planı ile yakından ilgiliydi... Çünkü Protestanlar, Yahudilere karşı yüzlerce yıldır süren Katolik geleneğinden çok farklı bir bakış açısı geliştirdiler. Katolik inancına göre, Yahudiler İsa'nın katilleriydiler ve O'nun tarafından lanetlenmişlerdi. Bundan daha da önemlisi, Katolikler, Yahudilere yönelik bakış açılarına paralel olarak, Eski Ahit'e de (M. Tevrat) soğuk bakıyorlardı. Eski Ahit'i bir dini kaynak olarak kabul etmelerine rağmen, onun bazı kısımlarını çeşitli yorumlamalar yoluyla kabul etmiyorlardı. Katoliklerin temel dini kaynağı İncil'di. Bu kuşkusuz çok önemli sonuçlar doğuruyordu. Çünkü bilindiği gibi, İncil, insanın ruhuna seslenen ve kurtuluşun ruhların eğitilmesiyle gerçekleşebileceğini haber veriyordu. Bu dünyanın geçici ve değersiz olduğunu, asıl yurda öteki dünyada kavuşulacağını bildiriyor ve insanları dünya-merkezli düşünmekten uzaklaşmaya çağırıyordu. Ayrıca Katolik öğretisi, insanlara hayatın her alanını dine göre belirlemek gerektiğini anlatıyordu.
Protestanlık ise Eski Ahit'e yeniden döndü. Protestan teolojisinin kurucuları, Eski Ahit hükümlerinin hiçbir yoruma tabi tutulmadan doğrudan kabul edilmesi prensibini benimsediler. Bu, Eski Ahit'in yalnızca "bu dünya"yı önemseyen düşüncesine geri dönülmesi, ruha değil maddeye yönelinmesi ve öteki dünyanın öneminin unutulması gibi büyük sonuçlar doğurdu. Bu kapitalizmin de doğuşu anlamına geliyordu. Bunların hepsinin yanında, Protestanlık, Yahudilere karşı da çok yeni ve çok garip bir bakış açısını geliştirdi, bunu birazdan inceleyeceğiz.
Protestanlığın oluşturduğu bu büyük dönüşümdeki en büyük pay, kuşkusuz Protestan hareketinin en büyük lideri olan Luther'e aitti. Kabalacıların, kehanetlerde "Hıristiyanları Yahudiler yararına eğitecek adam" olarak haber verilen kişinin Luther olduğuna karar vermeleri, Protestan hareketinin liderinin Mesih Planı açısından ne denli büyük bir önem taşıdığının da işaretiydi.

Johannes Reuchlin, Martin Luther’in en önemli öğretmeni. Aynı zamanda da Kabala’nın büyük bir hayranı, bir “Hıristiyan Kabalist”...
Luther'in Katolik Kilisesinin yüzyıllardır süregelen doktrinlerini değiştirirken, bunların yerine Eski Ahit düşüncelerini koyması kuşkusuz bir rastlantı değildi. Tam aksine, Luther sanki bu iş için eğitilmişti: Protestan liderinin düşüncelerini oluştururken en çok etkilendiği kişi dönemin ünlü hümanisti Johannes Reuchlin idi.Judaica, Luther'in yaşamının sonuna dek, Reuchlin'i en büyük öğretmeni olarak kabul ettiğini vurguluyor.50 Peki Reuchlin kimdi dersiniz?... Luther'in düşüncelerinin oluşmasında en büyük paya sahip olan bu Alman hümanistinin acaba ne gibi bir özelliği vardı ki, öğrencisinin Katolik düşüncesine toptan savaş açmasına ön-ayak olmuştu?...
Reuchlin'in en büyük özelliği, bir Kabalacı olmasıydı!... Evet, Luther'in amcası Kabalacıydı. Ama şimdiye dek sözünü ettiğimiz Kabalacılardan farklıydı. Çünkü Reuchlin Yahudi değildi; 16. yüzyılın başında Avrupa'da patlak veren "Hıristiyan Kabalizmi" adlı akımın en önde gelen temsilcilerindendi. Sözkonusu akımın temsilcileri, Yahudi olmamalarına rağmen Kabala'dan etkilenen ve bu nedenle de Kabala doktrinlerini Hıristiyan düşüncesine eklemeye çalışan Avrupalı entellektüellerdi. "Hıristiyan Kabalizmi"nin bir başka özelliği de masonlukla paralel bir gelişim çizmesiydi. (Ayrıntılı bilgi için bkz. 2. bölüm)
Reuchlin, Kabala'yı "gerçek" (yani Yahudi) bir Kabalacı'dan, Kral III. Frederick'in özel astronom ve fizikçisi olan Kabalacı Jacob B. Jehiel Loans'dan öğrenmişti. Aynı kişiden İbranice de öğrenen Reuchlin, tüm Yahudi literatürünü de hatmetmişti. Yazdığı De arte Cabalistica, Du rudimentis Hebraics gibi eserlerinde Kabala'ya ve diğer geleneksel Yahudi kaynaklarına hayranlığı açıkça izlenebiliyordu.51
Luther'ın etkilendiği bir diğer kaynak ise, 1466'da Rotterdam'da doğan ünlü Hol-landalı hümanist Desiderius Erasmus idi. Bazı düşünce tarihçileri, "Erasmus'un yumurtayı ortaya çıkardığını, Luther'in ise yalnızca onun üzerinde kuluçkaya yattığını" söylerler. Ve ilginçtir, Erasmus da aynı Reuchlin gibi bir Kabalacı'ydı. İkinci bölümde, bu "Hıristiyan Kabalist"in ilginç özelliklerine daha ayrıntılı olarak değineceğiz.

İspanyalı Kabalacı Abraham Zacuto bir kehanetinde Avrupa’da çıkıp Kilise’yi sarsacak bir adamı “müjde” vermişti. Sonraki Kabalacılar bu adamın Luther olduğunu kabul ettiler. Çünkü Katoliklerce “gizli-Yahudi” olarak tanımlanan Luther, hem Kiliseye ölümcül bir darbe vurmuş, hem de geliştirdiği dini doktrin için asıl kaynak olarak M. Tevrat’ı benimsemiş, Yahudilerin “seçilmiş halk” olduklarını kabul etmişti.
İşte Luther, eğitimini böyle bir kaynaktan aldı. Doktrinlerini geliştirirken de Kabalacı öğretmenlerinden aldığı eğitimin hakkını veriyordu. 1523'te Katolik Kilisesi'nin yüzyıllardır sürdürdüğü Yahudileri dışlayan tutumunu yerden yere vurarak Dass Jesus Christus ein Geborener Jude Sei, yani "İsa Mesih Yahudi Olarak Doğdu" adlı kitabını yazdı. Yahudilerin Katolik dinini kabul etmemekte yerden göğe kadar haklı olduklarını söyleyerek, "ben bir Yahudi olsaydım, Katolikliği kabul etmektense, domuza dönüşmeyi tercih ederdim" dedi. Kilise otoriteleri de kısa süre sonra onu "yarı-Yahudi" (semi-Judaeus) olarak nitelendirdiler. Az önce de belirttiğimiz gibi, Kudüs ve Safed'deki Kabalacılar da zaten onu bir "gizli-Yahudi" olarak görüyorlardı. Aynı görüş, Abraham Farissol ve Joseph ha-Kohen gibi Diaspora'daki Yahudi önde gelenlerince de paylaşıldı.52
Luther'in Yahudilere karşı bu tür bir yaklaşım geliştirmesinin de ötesinde, asıl önemli icraatı, kuşkusuz M. Tevrat'ı Protestan doktrininin merkezine yerleştirmesi oldu. Judaica, "Luther'in Tevrat'a derin ve içli bir sevgiyle bağlı olduğunu" yazıyor.53 The Universal Jewish Encyclopedia ise, Luther'in başlattığı Protestanlık-Yahudilik paralelliği hakkında şöyle diyor:
Hıristiyanlıktaki Reform hareketleri çok büyük ölçüde Yahudi edebiyatı ve felsefesinden etkilenmişti. Hatta reform hareketlerinin, rakipleri tarafından 'Yahudileşme' olarak görülmesi ve gösterilmesi bunun bir göstergesi sayılabilir... Çeşitli Protestan grupları, Eski Ahit'in bir emri olan ve Katoliklerce uygulanmayan sünnet, Sabbath'ın kutlanması gibi ibadetlere geri döndüler: Kısacası, Eski Ahit'e Yeni Ahit'ten daha fazla bağlandılar. 15 ve 16. yüzyıldaki Hıristiyan Reformunun önemli liderlerinin hepsi İbranice biliyor ve Yahudi kaynaklarını inceliyordu. İstisnasız hepsi, Eski Ahit teolojisine geri döndüler. John Huss, Zwingli, Michael Servetus, Calvin ve Luther; bu isimlerin hepsi, karşıtları tarafından 'yarı-Yahudi' olmakla hatta tümüyle Yahudileşmekle suçlandılar. Eski Ahit'in etkisi bunun ardından Püritenlikte ve daha sonraki Anglo-Amerikan mezheplerinde de belirgin biçimde görüldü.54
Luther ve onu izleyen Protestanlar Eski Ahit'i bu denli önemserken, doğal olarak Eski Ahit'in taşıdığı bir ilginç hükmü de kabul ediyorlardı: Eski Ahit'e göre, Yahudiler "Tanrı'nın seçilmiş halkı"ydılar ve diğer halklardan üstündüler. Özellikle Luther'in Yahudiler hakkındaki düşünceleri son derece ilginçti. Kabalacılar'ın, üstte incelediğimiz gibi, onu bir "gizli-Yahudi" olarak görmesi boşuna değildi. Çünkü Luther, Eski Ahit'in maddeci realizminden etkilenirken, bir yandan da Yahudileri üstün ırk sayan hükümlerine tabi olmuştu. The Jewish Encyclopedia şöyle yazıyor:
Luther, Yahudilerin Tanrı tarafından mesajını dünyaya yaymak için seçildiklerini söyleyerek onları över. "Yahudiler," der, "... dünyadaki en üstün kanı taşımaktadırlar. Kutsal Ruh, onların eliyle Kutsal Kitabı dünyaya yaymıştır. Onlar Tanrı'nın çocuklarıdır, bizse yabancılarız. Aslında, Kenanlı kadının hikayesinde anlatıldığı gibi, bizler sahiplerinin masasından düşen ekmek kırıntıları ile yetinen köpekler gibi olmalıyız".55
Yahudilere karşı diğer insanları "masanın gerçek sahiplerinin düşürdüğü ekmek kırıntılarını yemekle yetinmeleri gereken köpekler" olarak nitelendiren Luther'in Yahudi önde gelenleri için büyük bir fırsat olduğuna kuşku yoktu. Üstün ırk olduklarını tüm dünyanın kabul edeceği günü, yani Mesih'in egemenliğini bekleyen Kabalacılar için, bunu şimdiden ilan eden bir din adamının ne denli büyük bir avantaj olduğunu anlamak için kahin olmak gerekmiyordu. Bu nedenle, başta Elizer ha-Levi olmak üzere Kudüs ve Safed'deki Kabalacılar, yaptıklarını duyar duymaz Luther'in "kehanette sözü edilen adam" ve bir "gizli-Yahudi" olduğunu müjdelemişlerdi.
Luther'in başlattığı Reform hareketi, Avrupalı Yahudiler tarafından da Mesih'in gelişi için gerekli ortamı sağlayacak bir hizmet olarak görüldü. "Yahudiler, Martin Luther'i, Hıristiyanları eğitip yanlış düşüncelerinden kurtararak, Mesih'in gelişi için yolu temizleyen bir adam olarak gördüler." 56
Fakat Luther, bütün bunlara rağmen, son yıllarında Yahudiler aleyhine yazdığı yazılarla, resmi tarihe antisemit (Yahudi düşmanı) olarak geçmeyi başardı. Kendini "Yahudilere köpek olmaya layık" görecek kadar "fanatik Yahudi hayranı" olan bir adam birdenbire fikirlerini değiştirip Yahudi düşmanı olur muydu? Ya da Kabalacılar'dan aldığı taktikle görüntü mü değiştirirdi? İkinci tez daha akılcı gözüküyor...

M. Tevrat’tan etkilenerek faizi ve kapitalist ahlakı kutsayan Calvin, dünya tarihinde önemli bir dönemecin anahtarı oldu.
Sonuçta bu tür bir "Yahudileşme"yi barındıran Protestan akımı tüm Kuzey Avrupa'yı kasıp kavurdu. Bu arada, Protestan doktrinine önemli bir katkı da, aynı Luther gibi "gizli Yahudi" ya da "yarı-Yahudi" sayılan Calvin tarafından yapıldı. Yine aynı Luther gibi İbranice öğrenmiş ve Yahudi literatürünü hayranlıkla incelemiş olan Calvin, Eski Ahit'in içerdiği bir hükümden de etkilenmişti: M. Tevrat, faizle borç vermeyi serbest bırakıyor, hatta teşvik ediyordu. Buna karşın, Katolik Kilisesi, İncil hükümlerine dayanarak asırlardır faizi yasaklamaktaydı. Calvin, tercihini Eski Ahit yönünde kullandı ve bir tür "içtihat"la faizi serbest bıraktı. De Usuris (Faiz) başlıklı yazısında, İncil'in Luka bölümünde 6. Bab, 35. ayetteki cümle üzerinde şu yorumu yapmıştı: "Burada faizi kötüleyen hiçbir yazılı kanıt bulunmamaktadır."
Luther'in ve Calvin'in doktrinlerini kabul eden Kuzey Avrupa ülkeleri ile Katolik güney arasındaki çatışma gittikçe büyüyerek Otuz Yıl Savaşları'na dönüştü. 1648'de Westphalia Anlaşması ile sona eren savaş sonucunda Avrupa nüfusunun 3'te 1'i ortadan kalkmış ve kıtadaki dini birlik parçalanmıştı. O zamana kadar "Christendom" (Hıristiyanya) olarak anılan kıta, Westphalia'nın ardından artık daha seküler bir ifade ile "Avrupa"ya dönüştü.
Yahudi önde gelenlerinin Protestanlık ve ardından gelen bölünme ile ilgili yorumları da oldukça ilginçti. İspanya kökenli Sefarad Yahudisi Samuel Usque, reformla birlikte Yahudilerin Hıristiyanlardan intikam aldıklarını söylüyor ve Consolation for the Tribulations of Israel (İsrail'in Sorunlarının Çözülmesi) adlı kitabında şöyle diyordu: "Yahudiler, asırlar boyu kendilerini Hıristiyanlaşmak için zorlamış olanlardan kutsal bir intikam alarak Hıristiyan birliğini bozdular." Usque, Protestanlığı kabul eden Hıristiyanların "Yahudilik yoluna girmelerini" de memnunlukla karşıladıklarını söylüyordu.57
Protestanlar ve Yahudiler
Protestanlık, dünya tarihinde büyük bir dönüşümün başlangıcı oldu. Bu dönüşümün; kapitalizm, laiklik, ulusçuluk gibi önemli sonuçları olduğu şimdiye dek pek çok akademik kaynakta yazılıp-çizilmiştir. Bu yeni mezhebin oluşturduğu dönüşümün, en az bu sayılanlar kadar önemli olan, ancak pek fazla gündeme getirilmemiş olan bir diğer sonucu da, az önce değindiğimiz konuyla, yani Yahudilik'le ilgilidir.
Amerikalı yazar Grace Halsell, Prophecy and Politics (Kehanet ve Politika) adlı kitabında, günümüzde Amerikalı köktenci Protestanlar (evanjelikler) ile Yahudi lobisi arasında kurulmuş olan güçlü ittifakı inceler (kitabın sonraki bölümlerinde biz de buna değineceğiz). Yazara göre, sözkonusu ittifakın kaynağı, çok daha eskilere, Protestanlığın doğduğu 16. yüzyıla uzanmaktadır. Protestanlar, Eski Ahit'i Katoliklerden çok daha farklı biçimde yorumlamış ve Katoliklerin önemsemediği "Seçilmiş Halk" ve "Vaadedilmiş Toprak" gibi kavramları yeniden öp plana çıkarmışlardır. Bu ise doğal olarak bir "Yahudileşme" oluşturmaktadır; çünkü Eski Ahit'e göre, "Seçilmiş Halk" Yahudilerdir ve "Vaadedilmiş Toprak" da onlara ait sayılan Ortadoğu'dur. Halsell, bu ilginç dönüşümü şöyle açıklar:
Reform'dan önce, tümü Katolik olan Batılı Hıristiyanlar, St. Augustine ve öteki Kilise kurucuları tarafından geliştirilmiş bir bakış açısını benimsiyorlardı. Bu bakış açısı, Eski Ahit'in alegorik (sembolik) olarak yorumlanmasını, kelime kelime gerçek sayılmamasını gerektiriyordu. Buna göre, örneğin, Kudüs ve Siyon gibi kavramlar, öteki dünyaya ait, ilahi ve sembolik kavramlardı; yani herkese açıktılar. Bu dünyada yer alan ve yalnızca Yahudilere ait olan gerçek birer yer değildiler. Ama 16 ve 17. yüzyıllarda, Hıristiyanlar ilk kez kendi başlarına Kutsal Kitabı okudular ve yorumladılar. Bunu yaparken, Eski Ahit'in içerdiği İsrail konusunu ve doğal olarak da Yahudileri çok daha önemli bir konuma yerleştirdiler.58
Halsell'in de dediği gibi başta St. Augustine olmak üzere Katolik doktrininin kurucuları, Eski Ahit'in Yahudileri "seçilmiş halk" sayan ve Kutsal Topraklar'ı da onlara ait bir mülk olarak gösteren bölümlerinden rahatsız olmuş ve bunları sembolik bir anlatım sayarak güncel birer hüküm olmaktan çıkarmışlardı. Bunu neden yaptıkları ise çok açıktı: Yahudiler, onların gözünde Hz. İsa'nın katilleri idiler, böyle bir toplumu öven Eski Ahit pasajlarının da geçersizleştiğini düşünüyorlardı. Protestanlar ise Eski Ahit'i Katolik öğretisini reddederek okudular ve bunun sonucunda Yahudilerin "Seçilmiş Halk" olduğu ve Kutsal Topraklar'ın da onların hakkı olduğu inancını ister istemez kabul ettiler. Bu, kuşkusuz en çok Yahudiler, özellikle de Yahudi önde gelenleri için olumlu bir gelişmeydi. Çünkü onlar da yüzyıllardır "Seçilmiş Halk" oldukları konusunda ısrarlıydılar ve er geç bir gün kendilerine ait saydıkları Kutsal Topraklar'a döneceklerini hesaplıyorlardı. Bunun için de boş durmuyorlardı; Mesih Planı, zaten bunu gerçekleştirmek için Kabalacılar tarafından hazırlanmış ve uygulamaya konmuştu.
Bu nedenle, Yahudi öğretisini tasdik eden Protestan hareketi, Mesih Planı açısından çok büyük bir aşamaydı. Luther'in Kabalacılarca "Mesih'in yollarını açan adam" olarak yorumlanmasının nedeni budur. Grace Halsell Protestanlığın etkilerini anlatmaya devam ediyor:
Hıristiyanların neden birden bire tüm Yahudilerin Filistin'e gitmesi gerektiği yönünde düşünmeye başladıkları, çok az akademisyen tarafından incelenmiştir. Bu, geleneksel Hıristiyan öğretisinde var olmayan bir düşüncedir. Protestanların, Kilise'nin geleneksel düşmanı olan Yahudiler hakkında neden cilt cilt kehanet kitapları yazmaya başladıkları, neden onlara büyük bir teolojik önem verdikleri de fazla araştırılmamıştır. Şu bir gerçektir ki, Reformasyonun ardından, Avrupalı Hıristiyanlar Yahudilere çok daha fazla ilgi duymaya başlamış ve onlara yönelik bakış açılarını değiştirmişlerdir... Bazı tarihçiler, bu durumu, Rönesans ve Reform hareketlerinin İbrani literatürüne olan ilgisine ve özellikle de Reform'un Eski Ahit üzerindeki vurgusuna bağlarlar. Reform'un bu özelliği, Yahudiler üzerindeki ilgiyi artırmış ve bunun sonucu da Yahudileşme hareketleri gösteren Protestan mezhepleri doğmuştur. Bir kısım tarihçilere göre ise, Reform, tam anlamıyla bir 'İbranileşme' ya da 'Yahudileşme' hareketidir. Protestanların Yahudi geleneğinde yer alan Mesihçilik (Mesih bekleme) ve binyılcılık (yeryüzünde bin yıl sürecek bir Mesih idaresi) kavramlarını kabul etmeleri, bunun bir işaretidir.
Protestanlıkla birlikte başlayan "Yahudileşme", aynı zamanda "Hıristiyan Siyonizmi'nin de çıkış noktasıdır. Regina Sharif Non-Jewish Zionism: Its Roots in Western History (Yahudi-Olmayan Siyonizm ve Batı Tarihindeki Kökenleri) adlı kitabında, 16. yüzyılın ortasında doğan Protestanlığın güçlü bir Siyonist gelenek doğurduğunu anlatır. Sharif'in "non-Jewish Zionism" adını verdiği bu fenomen, Yahudi olmadıkları halde bir Yahudi rüyası olan Filistin'de bir Yahudi Devleti projesini destekleyen Batılıların tavrını açıklamaktadır. Sharif, Eski Ahit'teki Yahudileri öven pasajlarının Katoliklerce göz ardı edilmişken Protestanlar tarafından ön plana çıkarılmış olmasına dikkat çeker ve şöyle der: "Yahudi yeniden doğuşu ve Yahudilerin Filistin'e dönüşü kavramlarını gündeme getiren Protestanlık, daimi ve etkili bir 'non-Jewish' Siyonizm gelenek başlattı." 59 Sharif, kitabında Luther'i ise "Martin Luther and the Judaizing Spirit" (Martin Luther ve Yahudileşme Ruhu) başlığı altında incelemektedir.
Tüm bu bilgilere bakarak bir yargıya varabiliriz: Protestanlığın, Yahudi önde gelenlerine büyük bir stratejik yarar getirdiği kesindir. Kabalacılar, Protestanlık sayesinde, Eski Ahit kehanetlerine en az kendileri kadar bağlı olan ve bu nedenle de Mesih Planı'na gönülden destek olacak önemli bir müttefik elde etmişlerdir. (Bu noktada Protestan öğretisinin kurucularının neden bu tür bir "Yahudileşme" akımı başlattıkları sorusu ile karşılaşıyoruz. Acaba Luther, bu ilginç dönüşümü gerçekleştirirken Mesih Planı'na destek olduğunun farkında mıydı? Bu sorunun cevabı, Luther'in üzerindeki Kabalacı etkisinden ve Yahudilerle olan ilişkilerinden bir ölçüde aydınlanmaktadır. Bu yine de yeterli değildir. Kitabın bir sonraki bölümünde Protestan akımının ardındaki asıl etkene [Tapınakçı/Gül-Haç/mason geleneği] değineceğiz. Luther'in ve genel olarak da diğer Protestan liderlerinin Yahudilerle neden böyle bir işbirliğine gittiği, o zaman daha iyi aydınlanabilir.)
Protestan akımı, uzun mücadelelerden, kanlı mezhep savaşlarından sonra Avrupa'nın kuzeyini tamamen ele geçirdi. Bunun ise oldukça önemli sonuçları oldu... Bu sonuçlardan biri, Protestanlığın taşıdığı Yahudi sempatizanı çizgiden kaynaklanıyordu: Kuzey Avrupa'da ilginç bir Protestan-Yahudi ittifakı doğdu, çoğu İspanya kökenli olan Yahudiler önemli kuzey şehirlerinde cemaatler kurdular ve Protestan ahlakın yerleştiği topraklarda ilk kapitalizm uygulamalarını başlattılar.
Bu şekilde dünyanın ilk kapitalist şehri doğdu